“İşçi sınıfının içinde doğmuştum ve on sekiz yaşımda başladığım noktanın da altındaydım
Toplumun mahzenindeydim, öyle sefil bir düşkünlük içindeydim ki bahsetmek uygun düşmez
Uygarlığımızın çukurunda, uçurumundaydım insan atıklarının, pislik ve kemiklerin toplandığı yerdeydim.”
Hikayelerini barlarda, ucuz otellerde, tren vagonlarında önce aklına yazdı.
Toplumun en aşağısındakilerin, görmezden gelinenlerin, ezilenlerin kalemiydi.
Jack London, 12 Ocak 1876’da San Francisco’da doğdu.
Jack London, yoksulluk içinde beş yaşındayken kendi kendine okuma yazmayı öğrendi.
Sekiz yaşındayken önce gazete sattı, sonra bir çiftlikte çalıştı.
Yaşadığı Oakland'da bulduğu şehir kütüphanesi, tüm hayatını etkiledi.
Bundan sonra sürekli kütüphaneye gitti ve geceli gündüzlü kitap okumaya devam etti.
London iyi para kazandığı dönemde 15 bin ciltlik şahsi kütüphanesini oluşturacak ve bu kütüphaneye “Benim ticaret araçlarım” diyecekti
1889’da ağır şartlar altında bir fabrikada çalışmaya başlayan Jack, bu durumdan kurtulabilmek için sütannesinden borç para aldı.
Satın aldığı tekneyle istiridye kaçakçılığına başladı.
Birkaç ay sonra teknesi fırtınada zarar gördü ve başka işlere yöneldi.
17 yaşında Japonya’ya gitmek için fok avlayan bir gemiye tayfa olarak yazıldı.
Dönüşte birkaç işe girip çıktı ve sonra demiryolu serserilerinin arasına karıştı.
Amerika’yı trenlerle ve yürüyerek dolaştı.
1894 yılında serserilikten Kanada‘da Niyagara Cezaevi’nde 30 gün hapis yattı.
Daha sonraları Yol adlı kitabında bu hapishanedeki ortamı “düşünülemeyecek korkunçlukta, insanın düşebileceği en derin çukur” olarak tarif etti.
Oakland’a dönerek liseye kaydoldu.
1898’de Oakland’a döndüğünde yazdıklarını bastırmaya çalıştığı o günleri, yıllar sonra Martin Eden’de anlatacaktı.
1896’da Berkeley Üniversitesi’ne başlayan ancak maddi zorluklar nedeniyle okula yarım dönem devam edebilen London,
bu dönemde sosyalizm ile ilgilendi ve daha sonra kendini sosyalist olarak tanımladı.
25 Temmuz 1897'de London, kayınbiraderi James Shepard ile Klondayk Altın Avı'na (Klondike Gold Rush) katılmak üzere denizlere açıldı.
Bu yolculukta sağlığı bozuldu.
İskorbüt hastalığına yakalandı, dişetleri şişti.
Öndeki dört dişini kaybetti.
Bu seyahat ona Vahşetin Çağrısı, Ateş Yakmak gibi eserleri için ilham verecek ve adını dünyaya duyuracaktı.
"Günde üç dört bin kelime yazayım dersem, gerektiği gibi çalışmış olmayacağımı biliyorum. iyi bir yazı, kalemi hokkaya daldırıp daldırıp yazılmaz. bir duvar örermiş gibi, taş üstüne taş yerleştirircesine, neyi nereye koyacağını bilmelidir insan." diyordu
1929 yılında New Masses adlı dergi, onun için şu kelimeleri kullandı:
"Gerçek bir proleter yazarı, işçi sınıfı için yazmakla yetinemez, eserlerinin bu sınıf tarafından okunması gerekir. Jack gerçek bir proleter yazarıdır.
Amerikan dehasının bugüne dek doğurduğu tek ve ilk proleter yazar. Okuyan işçi Jack London okuyor.
İşçilerin okuduğu tek yazar odur, bugüne dek edindikleri tek edebi deneme… Fabrika işçisi olsun, tarım işçisi olsun, tayfasından, gazete dağıtıcısına kadar bütün işçiler,
Jack London'u tekrar tekrar okurlar.
London, Amerikan işçi sınıfının en gözde yazarıdır."
Üniversitelerde, çeşitli derneklerde konferanslar, seminerler verdi aynı zamanda buralarda sosyalist fikirleri insanlara sundu ve onu sonuna kadar savundu.
London sadece romanlar ve hikayeler yazmadı.
O, keskin gözlem gücüne sahip bir röportaj yazarıydı da. 1904-1905’te Rus-Japon Savaşı’nda Kore ve Mançurya’ya savaş muhabiri olarak gitti, gazetecilik yaptı.
1906’da Collier’s Weekly dergisinde San Francisco depremi üzerine görgü tanıklığı raporu yayımlandı.
Kadınlara yer tanımayan bir erkek dünyasının propagandasını yaptığı, beyaz ırkın üstünlüğünü savunduğu gerekçesiyle de epey eleştirildi.
Jack London kariyeri boyunca defalarca intihalden de suçlandı.
Romanları hakkında başka yazarları kopyaladığı söylendi. London’a göre bu suçlamalar gerçeği yansıtmıyordu
Jack London, henüz 40 yaşındayken, 22 Kasım 1916’da hayata veda etti.
Ölümü hakkında üç iddia söz konusuydu;
böbrek yetmezliği, intihar ve kazara aşırı doz morfin.
Ünlü yazarın vasiyeti üzerine cesedi yakıldı ve “Öldüğüm zaman küllerimin bu tepede dinlenmesini istiyorum.” dediği yere götürüldü.
40 yıllık hayatına 50’den fazla eser sığdırdı.
“Benim tüm bu mücadele boyunca ne hissettiğimi, ne düşündüğümü bilmiyor, tanımıyorsun.
Açtım! Açtım! Aç!”
Martin Eden / Jack London
26 yaşındaki bir genç 1935 yılının başlarında Bursa Ziraat Mektebi yakınlarında uçuş denemeleri yapıyordu.
Dört yıl süren geceli gündüzlü bir çalışma sonucunda tamamen kendi emeği ile yaptığı motorsuz tayyare (planör) ile birkaç kez kaza yapıyor ama asla vazgeçmiyordu.
Bir yandan da kardeşi Neşet’in yanında fotoğrafçılık yapan bu genç Emrullah Ali Yıldız’dı.
Emrullah Ali Yıldız, 1909’da Bursa-Orhangazi’de dünyaya geldi.
Vidin’den Bursa’ya göçen Yıldızzade ailesindendi. Babası Ahmet Kadri Yıldız Bursa’nın en eski kitapçılarındandı.
Annesi Kafkas göçmeni Lütfiye Hanım’dı.
17 yaşındayken Türk Tayyare Cemiyeti tarafından açılan Yeşilköy Tayyare Makinist Mektebine girdi.
Makinist yetiştirmek üzere açılan bu Küçük Zabit (Astsubay) okulunu 1927 yılında birincilikle bitirdi.
“arsızlıkla damgalanan
boş kinayelere gülen bendim
kendi varlığımın sesi olayım
istedim yazık ki ‘kadın’dım”
20. yüzyıla damga vuran kısacık yaşamında çok şey yapan bir sanatçı.
Şair, yönetmen, ressam, yazar, oyuncu.
İsmi Farsça ışık anlamına gelen Füruğ Ferruhzad, 5 Ocak 1935’te Tahran’da doğar.
Babası Albay Muhammed Ferruhzad ve annesi Turan Veziri Tebar'ın yedi çocuğundan üçüncüsüydü.
Otoriter ve baskıcı olan babası, çocuklarının eğitiminde kendine özgü bir tarz izleyerek,
onları askeri disiplinle yetiştirmeye çalışıyordu.
Çocukluğundan itibaren toplumun kendisi için biçtiği rolleri bir türlü benimseyemedi Furuğ. .
Mahalle mektebinde 9. sınıfa kadar devam ettikten sonra kız sanat okuluna gitti. Burada resim, dikiş-nakış ve el sanatları öğrendi.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’da doğum oranı son derece düşmüş, erkek nüfusu önemli ölçüde azalmıştı. Yasa dışı olmasına rağmen kürtaj yaptırılabiliyordu.
Heinrich Himmler 1935 yılında, amacı “Ari Irk”ın nüfusunu artırmak olan
Nazi SS Irkı ve Yeniden Yerleştirme Ofisi şemsiyesi altında, Lebensborn adlı organizasyonu kurdu.
(Türkçesi Yaşam Kaynağı )
Program üç aşamadan oluşuyordu. Birincisi, “Irk bakımından değerli” olan tüm kadınları, evli olsunlar ya da olmasınlar, mümkün olduğunca çok
çocuk yapmaya teşvik eden yoğun bir halkla ilişkiler kampanyasıydı. Almanya’nın her yerinde, çoğunlukla Yahudilere ait dinlenme tesisleri ve villalara el konularak, kızların hamileliklerinde gidip gizlice ve güvenle doğum yapabilecekleri doğum evleri kurulmuştu.
1916 yılında Belçikalılar Ruanda yönetimini ele geçirdiler ve I. Dünya Savaşı sonrasında Ruanda Belçikalıların mandası haline geldi.
Belçikalılar Ruanda’daki insanları burun yapıları, göz ölçüleri gibi anatomik farklılıklarını göz önünde bulundurarak ve
kimlik kartları oluşturarak toplumu Hutu ve Tutsi ırkları olmak üzere ikiye ayırdılar.
Aslında Tutsiler ve Hutular arasındaki kutuplaşma sömürgecilik dönemlerinden önce başlamıştı.
Tutsi kralı Rwabugiri’nin uyguladığı politikalar Tutsilerle Hutular arasındaki
etnik farklılaşmayı arttırmıştı fakat Belçika’nın uygulamalarıyla bu kutuplaşma daha da arttı.
Tutsiler halkın yüzde dokuzunu oluşturuyordu, kalanı ise Hutu idi. Belçika azınlıkta olan Tutsilerin ari ırktan, Nuh’un soyundan geldiklerini daha yakışıklı daha güzel göründüklerini,
"Nikaragualı devrimci örgüt FSLN, 1975 yılında ülkedeki polislerin adreslerini tespit etmeye başladı. Daha sonra bu adreslere tek tek mektup gönderdi. FSLN imzalı mektuplarda şöyle diyordu:
“Belki de işsiz olduğun için polis oldun. Toprağın yoktu, çalışacak yerin yoktu. Belki de bir hiç uğruna çalışmaktan sıkılmış bir tarım işçisiydin. Dolayısıyla polis olmaya karar verdin. Ya da kim bilir belki de çok açtın, gel dediler geldin.
Şimdi ülkenin zenginleri ve Somoza seni topun ağzına sürüyor, seni kendi halkına karşı kullanıyor. Sen Somoza'nın ve zenginlerin sahip olduklarının bekçi köpeğisin. Seni bu yüzden övüyorlar.
“Büyük yaratıcılar, her zaman yaşayacakları, hiçbir zaman unutulmayacakları için, anılarını yazsalar da olur, yazmasalar da. Oysa benim gibi bir öğretmeni, öğrencilerinden, ailesinden, yakın dostlarından başka kim anımsayacaktır?"
85 yıllık ömrüne, muhteşem bir yaşam sığdırdı Mina Urgan. Çok varlıklı zamanlar da yaşadı, malın mülkün tükendiği ama muhabbetin tükenmediği zamanlar da.
1 Mayıs 1915 tarihinde İstanbul‘da dünyaya Şefika-Tahsin çiftinin kızları olarak dünyaya gelmiştir.
Adalar Şairi ve oyun yazarı olan babası Mina 4 yaşındayken ölür.
Şarap kadehi anlamına gelen Mina ismini ona babası vermiştir.
Babasının ölümünden sonra annesi Yazar Falih Rıfkı Atay ile evlenmiştir.