ATATÜRK'ÜN KENDİ EL YAZISIYLA HÜRRİYET ve İNSAN TANIMI - (27.1.1930 Pazar ertesi)
"Hürriyet insanın düşündüğünü ve dilediğini başka birinin tesir ve müdahelesi olmaksızın mutlak olarak yapabilmesidir. Bu tarif hürriyet kelimesinin en geniş manasıdır.
İnsanlar bu manada hürriyete hiçbir zaman sahip olamamışlardır ve olamazlar.
Çünkü malümdur ki insan tabiatın mahlukudur. Tabiatın kendisi dahi mutlak hür değildir, kainatın kanunlarına tabidir.
Bir sebeple insan ilk önce tabiat içinde, tabiatın kanunlarına, şartlarına, sebeplerine, amillerine bağlıdır.
Mesela dünyaya gelmek veya gelmemek insanın elinde olmamıştır ve değildir.
İnsan dünyaya geldikten sonra da, daha ilk anda tabiatın ve birçok mahlukatın zebunudur(güçsüz). Himaye edilmeye, beslenmeye, büyütülmeye muhtaçtır.
İptidai insanların, tabiatın herşeyinden, gök gürültüsünden, geceden, taşan bir nehirden ve vahşi hayvanlardan ve hatta birbirlerinden korktuklarını biliyoruz.
İlk his ve düşüncesi korku olan insanın her düşünce ve dileğini mutlak surette yapmaya kalkışması düşünülemez.
İptidai insan kümelerinde ata korkusu ve nihayet büyük kabile ve kavimlerde ata korkusu yerine kaim olan Allah korkusu insanların kafalarında ve hareketlerinde hesapsız memnular(yasaklar) yaratmıştır.
Memnular ve hurafeler üzerine kurulan bir çok adetler ve ananeleri insanları düşünce ve harekette çok bağlamıştır. Düşünce ve hareket selbestisi gibi bir hak mefhumu malüm olmamıştır.
Cemaatlerin başına geçirilen adamlar cemaati Allah namına idare ederdi.
Her türlü hak ve selahiyet onlarda idi. Ferdin hakkı, hürriyeti mevzuu bahis değildi.
Buraya kadar olan mütalalarımızı şöyle bir neticeye bağlayabiliriz;
İnsan evvela tabiatın esiri idi. Semadan kuvvet ve selahiyet alan bir takım adamlara esir olmak zam oldu.
İnsan cemiyetleri büyüdükçe ve devlet haline geldikçe fertler üzerindeki sıklet(sıkıntı, bunaltı) o kadar çoğaldı.
Devletin başında bulunan adamın hakkı hudutsuz, kayıtsız ve şartsız mutlak bir kudret olarak kabul ediliyordu.
Devletin şekli imparatorluk yada cumhuriyet olsun bunun ehemmiyeti azdı.
Ferdin şahsi bir hakkı yoktu.
Baki zamanlarda insanların yapabildikleri medeniyetlerinin en yüksek devirlerinde vaziyet böyle idi.
Ferdin hakkı hükümdarın menfaatine olarak ilahi hak içindeydi.
Bir hakka istinat ederek hükümdar icrasının hürriyetine istediği gibi tasarruf edebilirdi. Bu, ferdin hakkına tecavüz sayılmazdı.
Hükümdarın kudreti için dinlerden çıkan huduttan başka bir hudut tanınmıyordu.
Hükümdarın yapmaması lazım gelen şey Allah'ın menettiği şey olacaktı.
İnsanlar fikri inkişafta ilerledikçe kendi menşeilerini daha açık düşünmeye başladılar. Yavaş yavaş onun büyüklüğünü daha iyi anlamaya ve takdir etmeye muktedir oldular.
Tabiatın herşeyden büyük ve her şey olduğu anlaşıldıkça tabiatın çocuğu olan insan kendinin de büyüklüğünü ve haysiyetini anlamaya başladı.
İşte insanlar bir idrak derecesine yükseldikten sonradır ki tabiatın insanda yarattığı bütün kabiliyetler faaliyetlerini serbest olarak yapılmak ve inkişaf etmek lazımdır.
Bu hüküm tabidir, tabiatın verdiği haktır fikrine vardılar.
Artık bundan sonra, - fert ile hükümdar ve devlet arasında hak davası ve mücadelesi- başlar.
Bu mücadele devletlerin dahili inkişaflarının tarihidir."
M.KEMAL ATATÜRK
(Prof. Afet İNAN- M. Kemal'in el yazıları- kitabından)
KENAN ÖZEK
• • •
Missing some Tweet in this thread? You can try to
force a refresh
‘Benim naçiz vücudum birgün elbet toprak olacaktır! Ama Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır!’
Böyle demişti. Çevresine ve tüm vatana sızmış solucanların O’nun ölümünden sonra hızla faaliyete devam edeceklerini biliyordu.. Aynı zamanda bu milletin azmine ve İRADESİNE sonuna kadar inanıyordu.
Bugünküne çok benzer şartların içinden geçmiş, hıyanetin her çeşidiyle yüzyüze gelmişti..
Anadolu fiilen işgâl edilirken, aynı zamanda çeşitli ‘cemiyetler’ vasıtasıyla içten çökertme operasyonu da devreye girmişti.
Liderler vardır, çağlarının eğilimlerini sezerler, toplumların o dönemdeki arzularının gerçekleşmesi için toplumla bütünleşirler. Gayretleri ufuklarda görülebilen hedefler içindir.
Liderler vardır, nazarları ufukların çok ötesine taşar. Görülebilenle, olabilenle yetinmezler. Olması gerekeni sezerler. Toplumları kişiliklerinden kaynaklanan cazibe ile ufukların çok ötesindeki hedeflere doğru koştururlar.
Etkileri milletleri, çağları aşar, bütün insanlığı içine alan coğrafi ve tarihî bir genişlik ve derinlik kazanır.
Atatürk ikinci tip bir devlet adamı idi.
Çoklarının herşeyin bittiğini sandığı, ümitsizlik selinde boğulmak üzere olduğu bir dönemde o, çağları aşan bir sezişle,
Mustafa Kemal Atatürk çocukluğundan itibaren temizliğe ve iyi giyinmeye meraklıydı; bazı sıcak günlerde iki, üç defa banyo yaptığı olurdu. Harp esnasında en sıkışık cephelerde bile ne yapıp yapmış, mutlaka her gün banyo yapabilecek bir yer sağlamıştır.(1)
Hatıralarında Şemsi Efendi Okulunda giyilen şalvar ve bele sarılan kuşağın onu çok sinir ettiğini söylemiş, askerî üniforma giymenin hayatının dönüm noktası olduğunu ifade etmiştir. (2)
Mustafa Kemal Paşa’nın, askerlik tarihimizin en önemli emri olan “Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz. İleri!” emrinin yazılı olmadığını, sözlü olarak verdiğini düşünürüz.
Paşa bu emrini, 30 Ağustos 1922 Dumlupınar Meydan Muharebesi sonucunda kazanılan büyük zaferin ardından, 1 Eylül 1922 günü yazılı olarak vermiştir.
Yazılı emrin gecikme ile ulaşabileceği düşüncesiyle bu emir, ayrıca tüm birliklere sahra telefonları ile de ulaştırılmıştı.
AYDINLANMANIN TEK ARACININ KİTAP OLDUĞUNU ANLATAN ATATÜRK!
Mustafa Kemal Atatürk, seyahatlerinde okumak istediği kitapları da yanında götürürdü...
Ankara’da, İstanbul yolculuğuna hazırlanırken, kütüphanecisi Nuri Ulusu’nun taşınmaları için kitaplarını koyduğu kutuları beğenmez... Ve kütüphaneden dışarı çıkarak, elinde bir mermi sandığıyla geri gelir...