22 Mayıs 1895’te İstanbul’da, konak yaşamının hüküm sürdüğü bir atmosferde dünyaya gelir.
Babası Hasan Sırrı Bey, eğitim alanında bakanlıkta çalışmış olması bir yana Shakespeare’den iki de oyun çevirir.
Annesi Melek Hanım emekli asker İbrahim Paşa’nın kızıdır.
Erken Cumhuriyet döneminin kendine has yazarlarındandır Nahid Sırrı Örik.
Henüz dört yaşındayken anne babasının ayrılmasıysa, üvey anne ve babanın yanında geçireceği bir çocukluğa neden olur.
Nahid Sırrı Örik, ilk eğitim macerasına evde, özel hocalarla başlar ve Fransız ekolü ile yetiştirilir. Galatasaray Lisesi’nde yatılı olarak okusa da öğrenimini tamamlayamadan buradan ayrılır. 1915 ile 1928 yılları arasında Avrupa’da bulunur.
Daha sonra memlekete dönerek Cumhuriyet gazetesinde yazarlık ve Milli Eğitim Bakanlığı’nda tercümanlık yapar.
Hem iş hem de özel hayatında insanlara karşı oldukça mesafeliydi.
Kendini bulunduğu döneme ait hissetmiyordu.
İnsanlardan kaçışının bir diğer nedeni ise eşcinsel olmasıydı. Eşcinselliği, yazarlık kariyerinin engellenmesine de neden oluyordu.
Yazar camiasının önde gelen isimleri Melih Cevdet Anday ve Yusuf Ziya Ortaç bile onu cinsel yönelimi nedeniyle sert biçimde aşağılıyordu.
Devrinde kitaplarının tanıtımı ve satışına gereken desteğin verilmemesinin en önemli nedeni Örik’in cinsel hayatı olmuştur.
Son derece ağdalı ve okunması zor bir dille yazıyordu. Eserleri edebi bakımdan dönemin gerisinde kalıyordu.
Varlık Dergisi’ni beraber kurduğu arkadaşı Yaşar Nabi Nayır, Örik hakkında şunları söyler:
“Ömrünün bir kısmı Fransa’da geçtiği ve Türkçe bilgisi kitabi olduğu için koyu bir Osmanlıca ile yazıp konuşmaktan çok haz ederdi.
Sonraları bu tutumunu vazgeçemediği bir huy haline getirerek bile bile çağına aykırı düşen bir dille yazmayı sürdürdü. Yergide, gördüklerini, sevdiklerini hele hele sevmediklerini çekiştirmeye bayılırdı.”
Değişen ve gelişen sosyo-kültürel koşullar karşısında geri kalan aristokrat aileler onun kaleminin esin kaynağıdır. Memuriyet hayatının dışında sürekli yazma ile ilgilenir: Roman, hikâye, tiyatro, inceleme, araştırma, gezi notları, makale gibi çok kapsamlı türlerde yazsa da
hiçbir zaman takdir ve beğeni görmez.
“Tersine Giden Yol” adlı eserinde roman karakterinin ağzından şunları söyler: “Malum a, her şey hatır ve gönülle olmakta berdevam. Bu hususta devri hürriyetin, devri istibdattan ve devri cumhuriyetin devri hürriyetten asla farkları yoktur.”
Selim İleri’nin de belirttiği üzere; eşcinsel bir yazar olması çevresinde oldukça yadırganmasına sebebiyet verir.
Yusuf Ziya Ortaç’ın “Kırıtarak gelirken uzaktan Nahid Sırrı/ Sanırım pantolonlu ceketli bir kız gelir” dizeleri bu dışlamanın örneklerinden biridir.
Ressam ve yazar Şener Öztop, yazara dair Cumhuriyet gazetesinde şunları ifade eder: ‘’O, edebiyatın her dalında ürünler veren çok yönlü bir yazardır. Öykülerinde geçmişten gelen yaşama biçimini, ölmeye yüz tutmuş gelenek ve görenekleri, aristokrat ailelerin zamana nasıl
yenik düştüklerini, ‘belli belirsiz bir ironi ile hüzün arası’ bir atmosferde anlatır.’’
Ağdalı dili ve cinsel tutumları, onu aykırı bir yazar yapar, ne eski gelenek ne de homoseksüellik döneminin kabul edilebilir özellikleri arasında yer almaz.
Bir yazar olarak ressamların sergilerine gider, izlenimlerini Tanin gazetesinde yayımlar. Bunun yanı sıra Cumhuriyet dönemi Türk plastik sanatlarının gelişmesini de yazılarıyla destekler.
Yıllar öncesinde yazdığı makaleler ile plastik sanatlar ve özellikle Türk resmine sahip çıkan Örik bir yazısında şunları kaleme alır: “Tabiatla kendi arasında özel bir görüş, düzen ve bildiriş koymayan her sanatçı eserinde basit bir fotoğraf olmak tehlikesine maruzdur.”
Yazar Selim İleri, ilk kez 1997 yılında basılan “Cemil Şevket Bey, Aynalı Dolaba İki El Revolver” adlı yapıtında Nahid Sırrı Örik’ten esinlenir, hatta yer yer onu anlatır Gençliğinde bir kitapçının bir liraya sattığı kitaplar arasında tesadüfen gördüğü bir Nahid Sırrı Örik kitabı
üzerine yazardan çok etkilendiğini ve bu romanı yazmadan önce de onu çok okuduğunu belirtir
Metin Kayahan Özgül, yazarın özlemlerine dair şunları söyler: “Teneffüs etmek istediği havayı hiçbir yerde bulamayıp nefesini tutarak yaşamış, hep olmayanı özlemiş, gelmeyeni beklemişti.”
En meşhur eseri Sultan Abdülhamid Düşerken ilk 1957’de yayımlanır.
Yapıt 2002’de filme de uyarlanır.
2009 yılında yazarın 1946 tarihli Kıskanmak adlı romanı da Zeki Demirkubuz tarafından filme çekilmiş, film Antalya Altın Portakal Festivalinde önemli bir başarı kazanmıştır.
Yazar, kimi zaman ”İltan” soyadını da kullanır.
1990’lı yıllarda Oğlak Yayınları’nın onun tüm eserlerini basması, “Abdülhamid Düşerken” ve “Kıskanmak” romanının filme aktarılması ve “Eve Düşen Yıldırım” eserinin de TV dizisine uyarlanması
yazarın günümüzde nispeten bilinmesini sağlar.
18 Ocak 1960 tarihinde İstanbul’da yaşamını yitirir.
“Büyük sanatkarın ve büyük sanatın bir kağıtla kalemden başka bir şeye ihtiyacı olmadığı kanaatindeyim.”
Nahid Sırrı Örik
Gerçekte yaşayıp yaşamadıkları, yaşadılar ise de nerede bulundukları kesin olarak bilinmiyor.
Yapılan kültür araştırmaları ve rivayetlere göre Bursa'da Ulucami'nin imalatı esnasında çalışan 2 işçi oldukları belirtiliyor.
(Kambur Bali Çelebi) Karagöz, demirci ustası,
(Halil Hacı İvaz ) Hacivat ise duvarcı ustası.
Gölge oyunu tekniğinin Türk toplumunda ne zaman kullanılmaya başlandığı hakkında kesin bir bilgi yoktur.
Bir görüşe göre Çinlilerden Moğollara onlardan da Türklere geçmiştir.
Daha sonra da Türk akınlarının istikametine paralel olarak batıya geçmiştir.
Bu tekniğin Türk halk kültüründe ortaya çıkışı ve ne zaman Karagöz ve Hacivat olarak biçimlendiği hakkında değişik görüşler vardır.
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, yani herkesin daha aşina olduğu ismiyle Sovyet Rusya’nın yıkılmasının üzerinden yıllar geçti.
Döneminin adeta bir kapalı kutusu olan Sovyetler Birliği döneminin en büyük miraslarından bir tanesi de
Kızıl Ordu Korosu’dur.
Koro 1928 yılında dönemin Sovyetler Savunma Bakanı Kliment Voroshilov’un isteği üzerine Alexander Alexandrov tarafından Moskova Merkez Ordu Kulübü’nde kurulmuştur.
Koro ilk kurulduğu zaman 12 asker, bir vokal ve bir akordeon sanatçısına eşlik eden iki dansçıdan oluşmaktaydı. Koro ilk resmi konserini ise kurulduktan yaklaşık bir sene sonra 1929 yılında Sovyetlerin Doğu topraklarında demiryolu inşaatında çalışan askerler için vermiştir.
Oyunlarının temalarını güncel sorunlara dayandırdığı için ‘tiyatro karikatürcüsü’, ‘toplumsal ajitatör’ ve ‘radikal palyaço’ olarak nitelendiriliyordu. Aykırı solcu kimliğiyle siyaset dünyasına sert göndermelerinden ötürü, ‘koronun dışında kalan solun adamı,
bayraksız militan’ olarak da anılıyordu.
İtalyan halk tiyatrosu geleneğinin son temsilcisi oyuncu, yazar ve yönetmen Dario Fo .
Sanatçı kimliğinin yanı sıra muhalif tavrıyla da öne çıkan büyük usta dünyadaki politik olaylara duyarlı olması ve
iktidar ve otoritelere sözünü esirgemeden konuşmasıyla da tanınıyordu.
24 Mart 1926'da İtalya'nın kuzeyindeki Sangiano kasabasında dünyaya gelen Dario Fo, sosyalist fikirlerle anne-babası aracılığıyla tanıştı. Demiryolu istasyon şefi olarak çalışan, amatör aktörlük de yapan
Evliya Çelebi hakkında şöyle yazar:
“İstanbulun izdiham ve güzide yerinde Ali Osmanın hazinei azimi bir bezazistandır ki güya Kal’ai Kahkaha’dır”
Herhangi bir alışveriş kültüründen çok daha fazlasını barındırır Yüzyıllardır popülaritesini yitirmemesinin nedeni de aslında budur
Kapalıçarşı sadece İstanbul’un değil, dünyanın da en büyük ve en eski çarşılarından biri.
Kapalıçarşı’nın inşası için ilk çalışmalar 1455-56 yılı kışına, yani Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u aldıktan hemen sonrasına dayanıyor.
Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılan Kapalı Çarşı, üzeri kubbelerle örtülü bir alışveriş pazarıdır. Geçmişteki adı “Çarşu-yı Kebir” olarak ta bilinen bu tarihi alanın ana omurgasını iki bedesten oluşturur.
Dünyanın delisi. Dünya onu ilk böyle tanıdı. Deli bir adam. Kafasına göre yaşayan, kavga etmekten çekinmeyen, sözünü esirgemeyen, bu yüzden hapsi boylayan, sonrasında on yıl sürgün cezası alıp İtalya, Napoli’ye giden, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı Haçlı Seferleri başladığında
hiç düşünmeden gidip adını orduya yazdıran, İnebahtı Deniz Muharebesi’nde İmparatorluk askerlerine esir düşüp köle olarak çalıştırılan; bütün bunlara rağmen yine de mücadele eden, yine de kavga eden, korkularına yenik düşmeyen bir deli adam..
Miguel De Cervantes yoksul olduğu rivayet edilen, bazı kaynaklarda sağlık memuru, bazı kaynaklarda eczacı olarak geçen bir babanın yedi çocuğundan biri.
1547’de Madrid’in Alcala de Henares bölgesinde doğdu.
1991 yılında bir çiftçi, Vietnam’daki Phon Nha-Ke Bang Milli Parkı’nda daha önce keşfedilmemiş bir mağara olduğunu fark eder.
Mağaranın girişinden garip bir su sesi geliyordu.
Çiftçi bu gürültüden korkunca, mağaranın içine girmekten vazgeçer.
Khanh geri döndüğünde mağaranın yolunu bulamayınca bu doğal güzellik 18 yıl daha saklı kalmış. İşin ilginci ormanda yiyecek ararken kaybettiği girişi gören çiftçi mağarayı tekrar bulan kişi de olmuş.
Bu tarihten sonra İngiliz Mağara Arama Organizasyonu BCRA araştırmaları başlamış
Hang Son Doong 2010 yılında ara kesitine göre dünyanın en büyük mağarası unvanını almış.
5 kilometre uzunluğunda ve 200 metre yüksekliğindeki ana mağaraya 40 katlı bir bloğu sığdırmak mümkün.