Cumhuriyet'in beşinci yılında devrimler yapılırken Mustafa Kemal ve arkadaşları devrimlerin en önemli, en büyük adımını atmaya hazırlanırlar.
Osmanlı İmparatorluğu yüzyıllarca Arap alfabesini kullanmıştır.
Bu alfabe Arapçanın doğasına yatkındır; bağlantılı dil özelliği taşıyan Türkçenin doğasındaki sesleri yansıtmaktan uzak bir dizgedir; Türkçenin ünlü seslerini göstermemekte; h, k, s gibi kimi ünsüzler için birkaç ayrı harf kullanılmaktadır.
19. yüzyılın son çeyreğinde İstanbul ve Anadolu'da Rum ve Ermeni harfleriyle basılan gazete ve kitaplar önemli bir sayı tutmaya başlamıştı. Bu yayınların kazandığı popülerlik, Türkçenin Arap yazısından başka yazıyla da yazılabileceği düşüncesinin benimsenmesine yardımcı oldu.
1908-1911'de Latin temelli Arnavut alfabesinin kabulü ve 1922'de Azerbaycan'ın Latin alfabesini kabulü Türkiye'de büyük yankı uyandırdı.
Mustafa Kemal bu konuyla 1905-1907 tarihleri arasında Suriye'deyken ilgilenmeye başladı.
1922 yılında Atatürk Halide Edib Adıvar'la yine bu konu hakkında konuşmuş ve böylesi bir değişikliğin sert önlemler gerektireceğini söylemişti. Eylül 1922'de Hüseyin Cahit'in İstanbul basın yayın üyelerinin katıldığı bir toplantıda Atatürk'e sorduğu
"Neden Latin harflerini kabul etmiyoruz?" sorusuna, Atatürk "Henüz zamanı değil." yanıtını vermişti.
1923'teki İzmir İktisat Kongresi'nde de aynı yolda bir öneri sunulmuş, ancak öneri kongre başkanı Kazım Karabekir tarafından "İslam'ın bütünlüğüne zarar vereceği"
gerekçesiyle reddedilmişti.
Ancak tartışma basında geniş yer bulmuştu.
28 Mayıs 1928'de TBMM, 1 Haziran'dan itibaren resmi daire ve kuruluşlarda uluslararası rakamların kullanılmasına yönelik bir yasa çıkarttı. Yasa, halktan uygulanmaması yönünde bir tepki almayınca,
harf reformu için bir de komisyon kuruldu.
Bu kurulda dokuz üye bulunuyordu. Ragıp Hulusi Özden, İbrahim Grantay, Ahmet Cevat Emre, Emin Erişirgil, İhsan Sungu, Avni Başman, Falih Rıfkı Atay, Ruşen Eşref Ünaydın, Yakup Kadri Karaosmanloğlu.
Komisyonun tartıştığı konulardan biri eski yazıdaki kaf ve kef harflerinin yeni Türkçe alfabede q ve k harfleriyle karşılanması önerisiydi.
Ancak bu öneri Atatürk tarafından reddedildi ve q harfi alfabeden çıkartıldı.
Yeni alfabenin hayata geçirilmesi için 5 ila 15 senelik geçiş süreçleri öngören komisyonda bulunan Falih Rıfkı Atay'ın aktardığına göre Atatürk, "Bu ya üç ayda olur ya da hiç olmaz." diyerek zaman kaybedilmemesini istedi.
Alfabe tamamlandıktan sonra 9 Ağustos 1928'de Atatürk, harfleri Cumhuriyet Halk Partisinin Gülhane'deki galasına katılanlara tanıttı.
11 Ağustos'ta Cumhurbaşkanlığı hizmetlileri ve milletvekillerine, 15 Ağustos'ta üniversite öğretim üyeleri ve edebiyatçılara tanıtıldı.
Atatürk, Başöğretmen sıfatı ile memleketi köy köy, il il gezip halka yeni alfabeyi anlatmış ve tanıtmıştır.
Türkiye Büyük Millet Meclisi, 1 Kasım 1928'de 1353 Sayılı Yasayla 29 harften oluşan yeni Türk alfabesini kabul etti.
Latin alfabesinin kabulü ile tam anlamıyla bir okuma – yazma seferberliği, eğitim seferberliği başlamıştır.
Okuma – yazma oranlarındaki artış, diğer ülkeler tarafından “mucize” olarak nitelendirilmiştir.
1927 yılında erkeklerde % 7, kadınlarda % 0,4 okuma-yazma oranı varken, harf devrimi ardından, 1935 sayımında %v20'lik okur yazarlık oranı çıkıyor.
Hüseyin Kazım Kadri, 1911'de içtihat dergisinde yazıyor ;
"kendi lisanımızın malı olmayan harflerle ne kadar sıkıntı çektiğimizi
ve çocuklarımızın başka bir lisana ait harflerle yazılarımızı okumak için ne derecede zorluk çektiklerini herkes bilir..."
Ziya Paşa'nın Hürriyet gazetesinde 1869'da kaleme aldığı yazısı eğitimin daha çocuk yaşta etkisini gösterdiğini anlatır.
Avrupa'da büyüyen bir çocukla Osmanlı'da büyüyen bir çocuğun eğitim farkını çocuklar arasındaki varoluşsal yahut kültürel bir farka bağlamaz
Ziya Paşa'ya göre 'bizim çocukların' yaradılış ve yetenekçe bir eksikleri yoktur, asıl eksiklik eğitim yönteminde gizlidir Şu örneği verir
"Harekeli Kur'an-ı Kerim'i irkilmeksizin dürüst okur vesselam. Ama diğer milletin çocuğuyla bizimkini yan yana getirdiğimizde bizimki mağlup olur. Çünkü öteki kendi dilinde hem okur hem de yazar. Bizimki sadece okur ama karalama yazar. Öyle fikirlerini kağıt üzerine koyamaz."
Yeni alfabe ile okuma yazma oranı artmış, Türkçe eserlerin sayısında ciddi bir artış olmuş, Türkçenin özleştirilmesi için daha ciddi çalışmalar yapılmaya başlanmış, Türk dili üzerindeki Arapça ve Farsça etkisi azalmaya başlamıştır.
Necati Cumalı %81, Nurullah Ataç %90 Türkçe sözcük oranına ulaşmış.
1 Ocak 1929’dan sonra devlet dairelerinin eski yazıyı kullanmaları yasaklanmış, tüm yurttaşlara bu yeni harfleri öğretmek amacıyla Millet Mektepleri açılmış ve halka eğitim verilmeye başlanmıştır.
"Bugün yapmak zorunda bulunduğumuz çok değerli bir iş daha vardır: Yeni Türk harflerini çabuk öğrenmek...
Kadına, erkeğe, hamala, sandalcıya, bütün yurttaşlara öğretiniz... Bunu yurtseverlik, ulusseverlik görevi biliniz.
Bu görevi yaparken düşününüz ki bir ulusun, bir sosyal topluluğun yüzde onu ancak okuma yazma bilir, yüzde doksanı bilmezse, bundan insan olanların utanması gerek."
Mustafa Kemal ,
10 Ağustos 1928 - Sarayburnu
Gerçekte yaşayıp yaşamadıkları, yaşadılar ise de nerede bulundukları kesin olarak bilinmiyor.
Yapılan kültür araştırmaları ve rivayetlere göre Bursa'da Ulucami'nin imalatı esnasında çalışan 2 işçi oldukları belirtiliyor.
(Kambur Bali Çelebi) Karagöz, demirci ustası,
(Halil Hacı İvaz ) Hacivat ise duvarcı ustası.
Gölge oyunu tekniğinin Türk toplumunda ne zaman kullanılmaya başlandığı hakkında kesin bir bilgi yoktur.
Bir görüşe göre Çinlilerden Moğollara onlardan da Türklere geçmiştir.
Daha sonra da Türk akınlarının istikametine paralel olarak batıya geçmiştir.
Bu tekniğin Türk halk kültüründe ortaya çıkışı ve ne zaman Karagöz ve Hacivat olarak biçimlendiği hakkında değişik görüşler vardır.
22 Mayıs 1895’te İstanbul’da, konak yaşamının hüküm sürdüğü bir atmosferde dünyaya gelir.
Babası Hasan Sırrı Bey, eğitim alanında bakanlıkta çalışmış olması bir yana Shakespeare’den iki de oyun çevirir.
Annesi Melek Hanım emekli asker İbrahim Paşa’nın kızıdır.
Erken Cumhuriyet döneminin kendine has yazarlarındandır Nahid Sırrı Örik.
Henüz dört yaşındayken anne babasının ayrılmasıysa, üvey anne ve babanın yanında geçireceği bir çocukluğa neden olur.
Nahid Sırrı Örik, ilk eğitim macerasına evde, özel hocalarla başlar ve Fransız ekolü ile yetiştirilir. Galatasaray Lisesi’nde yatılı olarak okusa da öğrenimini tamamlayamadan buradan ayrılır. 1915 ile 1928 yılları arasında Avrupa’da bulunur.
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, yani herkesin daha aşina olduğu ismiyle Sovyet Rusya’nın yıkılmasının üzerinden yıllar geçti.
Döneminin adeta bir kapalı kutusu olan Sovyetler Birliği döneminin en büyük miraslarından bir tanesi de
Kızıl Ordu Korosu’dur.
Koro 1928 yılında dönemin Sovyetler Savunma Bakanı Kliment Voroshilov’un isteği üzerine Alexander Alexandrov tarafından Moskova Merkez Ordu Kulübü’nde kurulmuştur.
Koro ilk kurulduğu zaman 12 asker, bir vokal ve bir akordeon sanatçısına eşlik eden iki dansçıdan oluşmaktaydı. Koro ilk resmi konserini ise kurulduktan yaklaşık bir sene sonra 1929 yılında Sovyetlerin Doğu topraklarında demiryolu inşaatında çalışan askerler için vermiştir.
Oyunlarının temalarını güncel sorunlara dayandırdığı için ‘tiyatro karikatürcüsü’, ‘toplumsal ajitatör’ ve ‘radikal palyaço’ olarak nitelendiriliyordu. Aykırı solcu kimliğiyle siyaset dünyasına sert göndermelerinden ötürü, ‘koronun dışında kalan solun adamı,
bayraksız militan’ olarak da anılıyordu.
İtalyan halk tiyatrosu geleneğinin son temsilcisi oyuncu, yazar ve yönetmen Dario Fo .
Sanatçı kimliğinin yanı sıra muhalif tavrıyla da öne çıkan büyük usta dünyadaki politik olaylara duyarlı olması ve
iktidar ve otoritelere sözünü esirgemeden konuşmasıyla da tanınıyordu.
24 Mart 1926'da İtalya'nın kuzeyindeki Sangiano kasabasında dünyaya gelen Dario Fo, sosyalist fikirlerle anne-babası aracılığıyla tanıştı. Demiryolu istasyon şefi olarak çalışan, amatör aktörlük de yapan
Evliya Çelebi hakkında şöyle yazar:
“İstanbulun izdiham ve güzide yerinde Ali Osmanın hazinei azimi bir bezazistandır ki güya Kal’ai Kahkaha’dır”
Herhangi bir alışveriş kültüründen çok daha fazlasını barındırır Yüzyıllardır popülaritesini yitirmemesinin nedeni de aslında budur
Kapalıçarşı sadece İstanbul’un değil, dünyanın da en büyük ve en eski çarşılarından biri.
Kapalıçarşı’nın inşası için ilk çalışmalar 1455-56 yılı kışına, yani Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u aldıktan hemen sonrasına dayanıyor.
Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılan Kapalı Çarşı, üzeri kubbelerle örtülü bir alışveriş pazarıdır. Geçmişteki adı “Çarşu-yı Kebir” olarak ta bilinen bu tarihi alanın ana omurgasını iki bedesten oluşturur.
Dünyanın delisi. Dünya onu ilk böyle tanıdı. Deli bir adam. Kafasına göre yaşayan, kavga etmekten çekinmeyen, sözünü esirgemeyen, bu yüzden hapsi boylayan, sonrasında on yıl sürgün cezası alıp İtalya, Napoli’ye giden, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı Haçlı Seferleri başladığında
hiç düşünmeden gidip adını orduya yazdıran, İnebahtı Deniz Muharebesi’nde İmparatorluk askerlerine esir düşüp köle olarak çalıştırılan; bütün bunlara rağmen yine de mücadele eden, yine de kavga eden, korkularına yenik düşmeyen bir deli adam..
Miguel De Cervantes yoksul olduğu rivayet edilen, bazı kaynaklarda sağlık memuru, bazı kaynaklarda eczacı olarak geçen bir babanın yedi çocuğundan biri.
1547’de Madrid’in Alcala de Henares bölgesinde doğdu.