Osmanlı döneminde bankamatik memurları, okuma-yazma bilmeyen kaymakam, rakam tanımayan muhasebeci ve "hemencük" dağdan gelmiş hödük Türk...
Az sonra okuyacaklarınıza inanamayacaksınız. Ve bir devletin nasıl dağıldığını çok daha iyi anlayacaksınız.
1* Böcüzade Süleyman Sami, Osmanlı dönemi bürokratıydı. Daha sonra meclise girdi. Abdülhamit, meşrutiyet, dünya savaşı, Milli Mücadele ve Cumhuriyet dönemlerini yaşadı.
Yıllar sonra gördüklerini kaleme aldı.
2* Onun tanık olduğu olaylar, Osmanlı'nın dağılma döneminde ne halde olduğunu ortaya koyuyor. En önemlisi, Cumhuriyet'in kattıklarını daha iyi anlamamızı sağlıyor.
Neler mi yazmış? Başlayalım...
3* Belediye reisliğim zamanında Isparta'nın "Sidre dağında" çocuğu olmayan kadınlara ilaç satan şeyhe rastladım. Tutuklattıp sınır dışına çıkarılmasını emrettiğimde "ben çıkacağım fakat bu memleket batacak" diye bağırdı.
4* Abdülaziz döneminde ıslahata başlanacağı ilan olduğunda hoca kılıklılar "din kitabından başka fen ve sanat kitapları okumak, Avrupa usullerine uymak kafirliktir" demeye başladı. Namaz, oruç, zekat ve hacdan başka şeye önem vermiyorlardı.
5* Avrupalılar kapitülasyon sayesinde en yakın limanlardan Anadolu içlerine kadar yayılıp ucuz mal satmaya başlayınca yerli sanatlar ve el işleri eski halini kaybedip mahvolmaya başladı.
6* Abdülhamit döneminde zavallı halk bir şey demeye ve bir hak istemeye cüret edemeyince hükümet ne isterse sormaksızın onu veriyor, çoluk çocuğu aç kalsa da ölmeyecek kadar bir ekmek parası bulmaya çalışıyordu.
7* Osmanlı vapurları İstanbul'dan İzmir'e, İzmir'den İstanbul'a dört günde anca giderdi. Gayet çürük, pis idareli şeylerdi. Bunlara dilenci vapuru derlerdi. Parası olan yabancı vapurlara binerdi.
8* Türk kazanır, Arap yer zengin olmak istersen Mısır'a git derler. Ne yapalım, usulümüz böyle kurulmuş.
9* İzmit'in Kandıra kazasına Sadık Bey'in atandığını öğrendim. Sınav ne zaman oldu diye sordum.
"Padişah açıktan tayin etti. Ona bir şey sormaya ve söz demeye kimsenin yetkisi ve cesareti yoktur" dediler.
10* Bakımsız ve sahipsiz bırakılan Anadolu, vergi tahsil etmeye gönderilen memurların keyfi hareketlerine maruz kaldı. Sık sık Yemen'e, Karadağ'a, Girit'e gönderilen asker gönderildiği için geriye kalan ihtiyarlar tarlalara zor yetişir oldu.
11* Saray'ın Ramazan ve bayram günleri tahsisatı için büyük paralar tahsil edildiğinde çok kimseler hapislere tıkılarak işkence gördü. Çok zaman göz yaşları dinmez, para darlığı bitmez oldu.
12* Anadolu insanı "İstanbul ahalisi hem vergi vermez hem askere gitmez, zevk ve sefada yaşayacakları paraları bizden çıkarır" diye vaki vakit ağlaşır, dertleşir. Anadolu ahalisinin halleri bundan ibarettir.
13* Isparta'da 50-60 kilometrelik yol yapmak için mühendis talep ettim. Bakanlığa yazıyoruz, cevap vermiyorlar. Mühendisler başka yerde çalıştığı için mühendis veremediler.
14* Padişahların sarayına en zor giren şey doğruluktur. Onların tarafında bulunanlar doğruluğu kendilerinden bile saklar. Bunlarda taşra için hayır ve menfaat beklemek adeta saf dilliktir.
15* Bir gün feshaneye gittim. Defterde 800 işçi kayıtlıyken 400 kadar işçi çalışır gerisi Hasan Paşa'nın adamları olduğundan işe gelmez, çalışmaz ama paralarını alırlar.
16* Feth-i Bülend isimli geminin tamiri üç dört senedir bitmiyor. Nedenini sordum. Tamir bittiğinde Trablusgarp'a gideceğinden mürettebat tamiri bitirmiyor. İstanbul'un zevk ve sefasından ayrılmak istemiyorlar. Taşradaki görevlerine başkalarına idare ettiriyorlar.
17* Yoklama memurunun deftere nokta koyduğunu gördüm. Nedir diye sordum.
Subay listesi olduğunu, maaşları kesilmesin diye her gün yoklama aldığını, çoğunu tanımadığını söyledi. Ay başında gelip paralarını alır, İstanbul'da yaşarlarmış.
18* Ada'da bulunan Hristiyan okulunun durumunu görünce bizim İslami okulların geriliğini anladım.
19* Bizden neden bir Moltke (Ünlü Alman Mareşal) çıkmadığını sordum. Mustafa Kemal Bey vardır ki dikkate alınırsa nice Moltke'leri şaşırtabilir. Ne çare ki yeni terfi ettiği küçük rütbe ile Balkanlarda gezdiriliyor. Önemli mevkiye getirilmiyor. (1911)
20* İstanbul'dakiler memuriyetle geçinir. Dışarıya gitmez. Halka menfaatli iş takip etmez. Para gelsin bekler. Paralar zevk ve sefaya yetmez. İstanbul sanki mirasyedi bir çocuk...
21* Dışişleri bakanlığında bir sandalyenin 17 (evet yanlış okumadınız) sahibi var. Şura-yı Devlet Başkatibi Hacı Vasfi Efendi, üç daireye 18 kişi gerekirken 47 kişi verildiğini söyledi. Çoğunu tanımazmış.
22* Geçenlerde mektebin civarındaki evde 15 talebe gördüm. "Biz köylüyüz, okula şehirliler devam edecek, köye dönersek geri kalmış olacağız, bildiğimizi de unutacağız, bu nedenle burada kalıyoruz" dediler.
Aferin, Allah niyetinize göre versin dedim.
23* Şimdi (Cumhuriyet dönemini kastediyor) halktan herhangi bir rüşvet isteyen memur cezalandırılıyor. Eskiden böyle miydi ya! (Eskiden) bir müdür hakkında bile delili olan suçlama olsa padişahtan izin alınmadıkça bir şey söylenemez, ne olacağı bilinemezdi.
24* Eskiden, Uluborlu kazasına kaymakam olan 70 yaşında bir zat tanıdım. Okuma yazması yoktu. Nasıl tayin edildiğini sordum. Kasap başı iken, Defterdar'ın ailesini İstanbul'a götürdüğü için için mükafat verilmiş.
25* Yarım asırlık siyasi hayatımda 40 vali, 15 muhasebeci, 10 jandarma kumandanı, 60 kaymakam tanıdım. Bunların 8-10 tanesinden başkası okuma yazması yoktu. Yüreğim sızlardı.
26* İstanbul erkânı memuriyetleri verirken kaabiliyete bakmaz, hizmet meselelerini umursamaz, tavsiye (referans) veya rüşvet ile, kimini de tehdit ile dağıtırdı.
27* Ziraat Bankası şube katipliğine tayin olunan Hakkı Bey Arapça'dan başka Türkçe'yi bile doğru dürüst konuşamaz, okuyamazdı.
28* Cumhuriyetimizde hiç böyle şeyler görülüyor mu? Göreve layık olmayan kimseler kimin evladı, damadı, akrabası veya adamı olursa olsun kabul olunuyor mu? En küçük memuriyetlere sınavsız kimseler alınıyor mu?
29* Eskiden il muhasebecileri, nüfus memurları, jandarma subayları hesaptan anlamaz, güç okur, yalnızca memurların evraklarını mühürler, görevlerini bundan ibaret bilirlerdi.
Hesap bilmesi gereken memurları Rum ve Ermenilerden seçerlerdi. Onlar iyi anlarlardı.
30* Saltanat devrinde çoğu zaman üç beş ayda bir maaş verilirdi. Defterdar için "çıkmıyor canı gibi aylığı defterdarın" denirdi.
Şimdi (Cumhuriyet'i kastediyor) üç aylık peşin veriliyor. Maaşları her ay aldığımız için başımızı secdeden kaldırmıyoruz.
31* Eskiden askere gidenlerin yüzde onu geri dönemez, bunların maaşları ana babalarına verilmez, zimmet edilirdi. Şimdi askere gidenlerin maaşları Ziraat Bankalarından havale suretiyle verilmekte. Hamdolsun.
32* Eskiden köylüler öşür yüzünden iki senede vücuda getirdiği hasılatı Rum ve Ermeni emanet memurlarından kurtarmak için çok çabalıyordu.
Şimdi bunun kaldırılması sayesinde köylü harmanı hemen kaldırıyor ve tohumluğu, çift hayvanı, edevatı eksik ise Ziraat Bankasından alıyor.
33* Eskiden köylüler hastalandığında kendi bildikleri koca karı ilaçlarıyla, köy hocasının muska ve üfürüğüyle iyi olabiliyorsa olur, olamazsa ölürdü. 1901 senesinde 500 nüfuslu bir köyün 114'ü vefat etmişti.
Şimdi her vilayet hastanesinde yapılan harkulade işler işitilmiyor mu?
34* Eskiden Ramazan ve Bayram günleri eski usulle tespit edilirdi. Bu nedenle bir köy oruçlu iken üç beş saat ötedeki köy oruç tutmazdı. Bir belde bayramlı bir belde bayramsız, karmakarışık giderdi.
Şimdi Diyanet telgraf sayesinde her tarafa tebliğ edebiliyor.
35* Şimdi Cumhuriyet her tarafta mektep açıyor. Fabrikalar yapıyor. Çocukları mektebe göndermeli. İlim öğretmeli. Bazen eskiden, çocukluğumda dinlediğim vaazları hatırlar gülerim.
Bir vaiz, bir göle bir damla şarap düşse, göl kurusa bile orada mescit kurmak caiz değil demişti.
36* Eskiden yağmuru meleklerin yağdırdığı, depremlere günahların sebep olduğu vaaz edilirdi. Şimdi hiçbir hoca kılıklı, kıyafet giyip kendi kendine kürsülere çıkıp hurafe yayamıyor.
37* Eskiden padişahların gönderdiği adamların emirlerinde esaret içinde yaşıyorduk. Bunların yüzlerine değil, konaklarının kapılarına bile bakamıyorduk. Bizi gördüklerinde "dağdan hemuncuk gelmiş gödük Türk" diye hakaret görüyorduk.
Devr-i Hamidi'de buna benzer neler gördük.
38* Şimdi halk hükümetimiz, kabahatli görülen Türk'ümüz hak ve hürmete nail oldu. Hepimiz iftihar ediyoruz. Niçün etmeyelim?
39* Eskiden ekserisi ecnebi ve yüksek maaşlı Rum ve Ermeni memurları dolu "Duyuni Umumiye" binasının kapısına şimdi Türkiye Cumhuriyeti yazılı levha asılıyor. İçinde Türk gençlerini görüyoruz. Hamd olsun bunu da gördük.
40* Senden evvel gelip geçenlerden ibret al, senden sonra geleceklere ibret alacak şeyler bırakmamaya çalış. Son.
Ne diyelim.. Diyecek başka söz bırakmadı.
Bilgisel sona ermiştir.
Kaynak: Üç Devirde Gördüklerim - Böcüzade Süleyman Sami
• • •
Missing some Tweet in this thread? You can try to
force a refresh
Sene 1936... Ağustos ayında yapılan dil kurultayından sonra Florya Köşkü'nde sofra kuruluyor.
Sofrada ilk olarak etimolojiden bahsediliyor. Atatürk, "tonalite" kelimesinin kökenini soruyor. Sofradakiler "Fransızca" cevabını verince, özel kalem müdürü Süreyya Bey Fransızca lügat getiriyor.
Kelimenin latinceden geldiği, oraya da yunancadan geçtiği anlaşılıyor.
Atatürk bu defa Yunanca lügat getirilmesini istiyor. Lügate bakıldığında ton kelimesinin yer aldığı fakat kelimenin kökeninin Yunanca olmadığı, bir Asya dilinden geçtiği görülüyor.
Ukrayna'da yaşanan savaş tehlikesi ile Montrö Bildirisi arasında ilgi çekici bir bağ olabilir. Hemen kuzeyimizde felaketle sonuçlanabilecek bir kasırga patlamak üzere. Ve Türkiye kendini Rusya'nın karşısında bulabilir.
Bu durumda Montrö'nün her kelimesini ezberlemek zorundayız.
1* Dünya üzerinde pek çok askeri gerilim yaşanmasına karşın Ukrayna gerilimi tamamından kritiktir. Çünkü ABD ve Rusya'nın gerilim konusunda aynı anda kırmızı çizgileri var.
Rusya, Ukrayna'nın NATO üyesi olmasını, ABD ise Rusya'nın Ukrayna'yı ilhakını kabul edilemez buluyor.
2* Ukrayna'nın NATO üyesi olması, Rusya'nın düşman tarafından tamamen çevrilmesi manası taşıyacağından, Rusya, bunun olmaması için çatışmayı göze alıyor.
Rusya'nın Ukrayna'yı ilhakı ise Avrupa üzerinde ciddi bir Neo-Sovyet tehdidi oluşturacağından, ABD için kabul edilemezdir.
İdlib'de 33 askerimiz şehit olduktan sonra orduyu zan altında bırakan bir iddiayı çürütmek için bu tweetleri attım.
Attığım tweet nedeniyle eve polisler geldi. Halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmekle suçlanıp ifade verdim.
Savcı dava açmaya lüzum görmemiş.
Burada birkaç yüz bin insana hitap etme imkanım var.
Bu imkanımı, ordu hakkında ortaya atılan çirkin bir iddiayı çürütmek için kullandım. Kendimce, güzel bir şey yaptığımı düşünüyordum ama bu nedenle suçlandım.
Suçlanmama sebep olan şey de bir cimer şikayetiymiş. Şikayet metnini de okudum.
Algı, provokasyon vb gibi kelimelerden oluşan, bana hakaret eden ve bolca yazım yanlışı barındıran bir şikayetti.
Bu şikayet üzerine halkı tahrik etmekle suçlanmışım.
İktidar göreve ilk başladığında ağırlığı Erbakan ekolünden gelen, uzun yıllar kafasına laiklik balyozu inmiş, partileri defalarca kapatılmış, mücadele vermiş, verdikçe pişmiş, belli bir olgunluğa ulaşmış jenerasyon vardı.
Fakat bu kadrolar zamanla ya emekli oldu ya da koptu.
Kurucu jenerasyon sahayı terk ettikçe yerini iktidarın ilk yıllarında ittifak kurulan merkez sağcı, liberal, gülenci tiplemeler aldı.
2011'den itibaren liberallerle, az zaman sonra Gülencilerle yollar ayrılınca iktidarda ciddi bir kadro boşluğu oluştu.
Montrö'den çıkma konusu gündeme gelince "Montrö'den çıkarsak ABD'nin işine gelir, Karadeniz'e girerler" gibi yorumlar yapıldı. Bu cidden büyük bir sorun... Fakat tek sorun bu değil.
Montrö'den çıkmak, sanıldığından çok daha ciddi bir tehdit. Anlatayım...
1* Montrö Sözleşmesi, tek başına ele alınabilecek konu değildir. Bu, 1774 yılından Osmanlı'nın Ruslara mağlup olmasıyla başlayan Boğazlar sorunudur. Montrö, 247 yıllık sorunun son çözümüdür.
Montrö'nün ne kadar kritik olduğunu anlamak için 247 yıldır yaşanan sorunu bilmek gerek
2* Boğazlar, 1774'e kadar tamamen Osmanlı hakimiyeti altındaydı. Fakat 1774'te savaş kaybedilince, boğazlar konusunda Ruslara tavizler verildi.