#europeansuperleague konusu aslında tipik bir neoliberalizm hadisesi. Neoliberalizm öncesi dönemde ekonomik yapılar bu kadar etkinlik ve verimlilik üstüne kurulu değildi. Etkinlik ve kâr dışında sadakat, şirkete yıllarını vermek de mühim bir değer olarak görülürdü.
80’lerde bunların hepsi değişti. Cut-throat yani acımasız neoliberalizm tüm şirketleri etkiledi. Bu değişimin öncüsü de McKinsey gibi yönetim danışmanlığı şirketleri oldu. Güçlü olan taraf artık güçsüze tolerans göstermemeye başladı. Bu futbola da yansıyor.
Güçlü takımlar “Dinamo Kiev ile oynarken, dünyanın her tarafından insanlar beni izliyor, neden kendi payımdan keseyim ki” diye düşünüyor. Bu açıdan çapraz sübvansiyon ile de ilişkilendirmek mümkün. Peki ne olacak? Bence kabak bizim başımıza patlayacak. Nasıl mı?
Son raddede UEFA ile uzlaşma mümkün olacak gibi hissediyorum. Büyükler aldıkları payı artıracaklar. Bu hadise de UEFA’nın kafasının üstünde Demokles’in kılıcı gibi duracak. Bizim gibi ülke takımlarının payları da eriyecek.
Ancak mesele hayli kompleks. Sadece bu yönüyle değerlendirmek hatalı olur. UEFA ve FIFA gibi kurumlar hem futbolun endüstriyelleşmesine mncülük ettiler hem de yozlaşmış faaliyetleri ile güven duyulur kurumlar olmaktan uzaklaştılar.
Yarın Clubhouse’taki “İzninizle Bir 15 Dakika Dans Edeceğim” adlı programda bu konuyu farklı açılardan değerlendireceğim. Şuradan takip edebilirsiniz: joinclubhouse.com/@vedatmilor
Pazarlama perspektifinden ilk değerlendirmelerden birini de paylaşalım:
Sütlaç mı baklava mı? Kayseri pastırma mı Kastamonu mu? Kahve mi çay mı? Tarhana mı yoksa mercimek çorbası mı? Adana kebabı illa kuyrukyağlı mı olmalı? Tava ciğer mi ciğer şiş mi?
Bu ve benzeri anketler bazılarına göre saçma. Birçok nedeni var bunun. İzah edeyim:
En başta, bazı insanlar için bu ikilemleri cevaplamak zor değil: Menemen elbette ki soğanlı olur! Diğerleriyse armutla elmanın kıyaslanamayacağını söylüyor. Bir insan hem çay hem kahve sevebilir. İkisinin de yeri ayrı.
Diğer bir neden de karmaşık bir konuyu basitleştirmek. Mesela tarhana derken ne tip bir tarhana çorbasından bahsediyoruz? Her yörenin farklı stilde bir tarhana çorbası var sonuçta. Bazen de bu tip anketler zenginliği basitleştirip sadece iki seçenek varmış gibi sunmuyor mu?
“Almanya’daki döner Türkiye’dekinden iyi” ifadesine denk geliyorum. Gastronomik açıdan doğru mu? Bir defa bu iddiadaki ifadeleri çok genel buluyorum. Almanya’daki hangi döner, Türkiye’deki hangi döner? İkincisi ve daha önemlisi ise şu:
Bu iki döner tipi, birbirinden hayli farklı. Elma ile armut kadar. Türkiye’deki dönerde vurgu ette. Daha sade. Et kalitesi ve pişirme önem arz ediyor. Almanya’da ise vurgu ette değil. Et, ekmek, sos ve salataların birleşimden ayrı bir yemek oluşmuş. Et kalitesi önemsiz. O yüzden:
Gastronomik açıdan hangisi daha iyi diyebiliriz? Elma ile armutu karşılaştırmak çok isabetli değil. Ama bu tür yemeklerde bence sadelik, basitlik ve malzeme kalitesi ile başarıya ulaşmak daha zor. O yüzden Türkiye’deki dönerin önde olduğunu düşünüyorum.
ABD’deki eylemlerin nedenlerini anlamak için önyargısız biçimde yaklaşmak ve gerçek mağdurları çok iyi anlamak lazım. İşin içine partizanlık girince nedense birçok insan için bu maalesef zor oluyor! Bugün size bu hayli kompleks mesele için üç tane kaynak önereceğim. 👇🏻
Düşündürücü bir istatistikle başlayalım. New York Times’ta 3 Haziran’da David Leonhard yazmış. ABD’de 30 yaşlarındaki Afrika kökenli erkeklerin yüzde 10’u hapiste. Beyaz Amerikalılarla kıyaslarsak Afrika kökenlilerin hapse atılma oranı beş misli.
Günümüzde beyaz ABD’lilerin yüzde 3’ü hayatlarının herhangi bir döneminde hapiste yatmış. Bu oran Afrika kökenlilerde yüzde 20. Kestirip atabiliriz tabii ‘onlar daha çok suç işliyor’ diye. Öyle bile olsa nedenlerini araştırmak lazım. Bu kompleks konu için üç tavsiyem:
Bugün iki konuya dikkatinizi çekmek istiyorum. Birincisi, restoran sadece bir restoran değildir. İkincisi, restoranlar artık bildiğimiz eski restoranlar değildir. Bunları meşhur bir şefin salgın dönemindeki varoluşçu bir bunalım esnasında yazdıkları ışığında izah edeyim: 👇🏻
Hepimizin içini dökmeye ihtiyacı var. Ama bunu kamuoyu önünde ve New York Times gibi ciddi bir basın organı aracılığıyla yapmak kolay değil. Gabrielle Hamilton bunu yapmış. Yazısı kendi adına konuşmanın çok ötesinde. Sektör adına konuşmanın da epey ötesinde.
Dürüst ve donanımlı birinin elinden çıktığı belli yazının. Hamilton, COVID-19 sonrası ortaya çıkan dertlerden yakınmıyor. Olay sadece Amerika ve New York’a da özgü değil. İki evrensel boyut var söylediklerinde. Birincisi epik boyutta bir çabalama, dayanışma ve dostluk öyküsü.
Sıradan lokanta müşterisi hijyen gibi hayati bir konuda lokantalarda birçok eksik görünce ne yapacağını bilemediğinden restoran eleştirmenine yükleniyor. Geçenki yazımda bir eleştirmenden ciddi bir hijyen değerlendirmesi beklemenin hatalı olduğunu belirttim. Devam edelim 👇
İnsanların yüzde 90’ının sevdiği işi yapamadığı bir ülkeyiz. Ayrıca belki yüzde 99 yaptığı işi baştan savma ve kolayına kaçarak yapıyor. Yapılan işi, onun başarı ve performans ölçütlerine göre yargılamak yerine bambaşka bir alana ait ölçütle yargılamak sapla samanı karıştırmak.
Eleştirmene yüklenmek şaşırtıcı değil çünkü bu işin denetiminin kimin ya da kimlerin yetkisinde olduğunu bilmiyor. Bilse de onlara ulaşamıyor. Ulaşsa da bir şeyin değişmeyeceğini düşünüyor. İyi niyetli yetkili de şikâyetlerin ne kadarının gerçeğe dayandığını kestiremiyor.
Bir arkadaşımın yolladığı ve belki de hayatımda duyduğum en ilginç olaylardan birini paylaşmak istiyorum. Yani bu mucizenin de ötesinde bir hadise. İzah edeyim. Bir defa olay 80li yıllarda geçiyor. George isimli şahıs ellerini her gün 500 defa yıkayıp sürekli duş alıyormuş.
Tabii bu psikiyatrik bir vaka artık. Artık durumu o kadar vahim hale gelmiş ki okuldan ve işinden ayrılmak zorunda kalmış. Gerekli psikiyatrik tedaviyi görmesine rağmen maalesef durumu iyiye gitmiyor. George annesine hayatının korkunç olduğunu ve intihar etmek istediğini söylüyor
Annesi de “madem hayatın o kadar korkunç, kendini vur o zaman” diye yanıt veriyor. George annesini dinliyor ve bodrumda .22 kalibrelik tüfeği ağzına dayayıp tetiği çekiyor. Kurşun beyninin sol ön lobuna giriyor.