Bugünkü TÜSİAD toplantısı bana
4 Şubat 2020’de Gazete Pencere’de yayımlanan yazımı çağrıştırdı.
Twitter hesabından paylaşılmaya çok uygun olmasa da son kısmını ilgilenenler için bir akış olarak paylaşıyorum.
Tekerlek, tarım ve yazı devrimlerini yerleşiklilik; sanayi ve bilgi devrimlerini kentlilik yaptı. Demokrasi de yine kentli orta sınıfın eseriydi. Bu toplumsal sınıf Batıdaki bütün değişimlerin itici gücü oldu.
Orta sınıfın zenginliği, meslek sahipliği ya da rasyonel ticaret kazancı yoluyla oldu.
Birincisi seküler bilginin sistemleştirilmesini, ikincisi bilimsel buluşları, dolayısıyla araştırma ve geliştirmeyi gerektiriyor ve orta sınıf bunlara parasal destek sağlıyordu.
Feodalitenin dinamikleri tarım artık değeri karşılığı askerî güç sağlamaya dayalı işlediğinden üretici aktörler serflerdi. Feodal urbs siyasal ve askerî iradeyle ve bu erki merkeze alarak kurulmuştu.
Şehir düzenini kuran ve işleten ise piyasanın ve halkın kendiliğinden oluşan doğal istenciydi. Kent, yani civitas (cité/city) sadece coğrafî bir tanımlama ya da bir merkezde yaşayan kişileri ifade etmenin ötesinde anlam taşıyordu.
Romalı filozof Cicero civitas kavramını; çevresiyle birlikte bir kent sisteminde yaşayan özgür bireylerin oluşturduğu toplum, onları bir arada tutan, karşılıklı haklarını güvence altına alan bağlayıcı hukuk ve kamu düzenini oluşturan ortak irade olarak tanımlar.
Asker, ruhban ya da yönetici sınıfından olmayan bireyler civis olarak tanımlanır. Sivil kavramının kökü budur. Kentin –geri kalan kısımlarından belirgin biçimde ayrı olan– idarî ve dinsel merkezi polis idi. İşte Batı toplumunda sivil olan ile politik olan farkı buraya dayanır.
Bizde uzun süre zenginlik ‘polis’e yakın durarak ve politik gücün sağladığı rant geliri sayesinde kazanıldı. Belki de bu yüzden politik olana meydan okuyan sivil düşünce, vergi bilinciyle siyasal gücü sınırlayan ve gerektiğinde hesap soran kentlilik bilinci yeterince gelişemedi.
Bir iş insanı düşüncesini, hatta gözlemini ifade ettikten sonra korkup geri adım atıyorsa, değişimin öncülüğünü yapması beklenen burjuvazi en masum muhalif tavrı bile sergilemekten korkuyorsa bunun bütün sorumluğunu korku siyasetini dayatan siyasal güce yüklemek doğru olmaz.
Oturup bekleyeceğiz; mucizevi bir biçimde her şey yoluna girecek. Daha iyisi belki yeni bir kurtarıcı gelir, kim bilir? Oysa girişim kararlarını verirken kullanılan yöntemin bu alanda da geçerli olası gerekmez mi? Kâr oturduğunuz yerde kendi kendine oluşmuyor.
Gerektiğinde riskli kararlar almak ve özverili çalışma gerekiyor. Bugünlerde en çok ihtiyacını duyduğumuz ise tarihte burjuvazinin örneklerini sergilediği cesur tavır…
***
Ne demişler; “geç olsun da güç olmasın…”
• • •
Missing some Tweet in this thread? You can try to
force a refresh
Türkiye ekonomisini bugünkü duruma getiren hazin süreçte üç büyük kırılma noktası var. Ve bunları tarih de kaydedecek. 1) 15 Mayıs 2018 2) 25 Mart 2019 3) 19 Mart 2021
15 Mayıs 2018:
CB Erdoğan Londra’da katıldığı yatırımcı toplantısında; “faiz sebep-enflasyon sonuçtur, bu konudaki bilgilerinizi gözden geçirin…Merkez Bankası yürütmenin başındaki cumhurbaşkanının verdiği sinyalleri bir kenara koyamaz” dedi.
O zamana kadar Erdoğan bu sözleri zaman zaman sarfediyordu. Ama yönetimde yer alan sağduyulu ve yatırımcıların güvenilir gördüğü isimler, piyasaları, bunun dünyanın her yerinde politikacılardan duyabileceğiniz seçmene yönelik retorik olduğuna ikna ediyordu.
100 TL banknotunuz…
Siz 100 TL’niz var sanıyorsunuz ama hükümetlerin eli cebinizde…
Enflasyon yoluyla paranızı size fark ettirmeden ‘tırtıklıyorlar’.
İşte Ocak 2009’da dolaşıma çıkan yüz liralık banknotun hazin hikayesi…
Ağustos 2014:
Ocak 2009’dan beri birikimli enflasyon %51,3
Siz hâlâ cebinizde 100 TL var sanıyorsunuz ama Cumhurbaşkanlığı seçiminin yapıldığı gün o banknotun satın alma gücü ilk günkü değerine göre sadece 66 TL 10 krş.
Paranızın üçte biri gitti❗️
2016 Ağustos:
Aradan iki yıl geçmiş…
İki seçim yaşanmış. Biri seçim hükümeti olmak üzere dört hükümet gelip geçmiş. Ülke hain bir darbe girişimini halkın dirayeti sayesinde atlatmış. Sular durulduysa da riskler artmış.
Birikimli enflasyon %75,1.
100 TL olmuş 57 TL 10 krş.
Anayasa Mahkemesi Başkanı Zühtü Arslan, “Üniversite, evrensel değerler temelinde bilimsel bilginin üretimi, öğretimi ve öğrenimiyle uğraşan hocalar ve öğrenciler birliğidir. Akıl, özgürlük ve çeşitlilik üniversiteyi tamamlayan, niteleyen temel kavramlar.” demiş.
En üst yargı organının başkanı @AYMBASKANLIGI Arslan’ın
“aklı kullanmak zihinsel bir kimlik ve ergenlik meselesidir” vurgusuyla Aydınlanmaya ve düşünsel vesayete atıfta bulunmasını çok umut verici buldum. İflah olmaz bir iyimserim.
…
Buradan hareketle biraz serbest çağrışım…
Totaliter düşünceler insanı düşük görür, ona güvenmez. Dayattıkları dogmaların sorgulanmasından korkan sistemler akla düşmandır, insan aklını vesayet altına almayı amaçlar. Bu vesayet, “üst otoritenin” yönlendirmesine bağlı olmadan insanın kendi aklını/mantığını kullanamamasıdır.
Merkez Bankası Başkanı, basında yer alan mülakatta; “Türkiye'nin risk priminin bu kadar yüksek olmasına çok anlam veremediğini” söylemiş.
Zaten anlayabilse sorunun en az bir kısmı çözülmüş olurdu.
İşe yarayacağından kuşkuluyum ama iyi niyetle anlamasına yardımcı olmaya çalışalım.
Kredi temerrüt takası primiyle ölçülen ülke risk primi de kredi derecelendirme kuruluşlarının verdiği kredi notu da aynı şeyin göstergesidir; borçları zamanında ve tam olarak geri ödeyebilme gücü.
Bankacılık mesleğinden olduğu için kendisinin de iyi bileceğini tahmin ettiğim üzere kredi değerliği beş başlıkta incelenir.
Bunlara (İngilizcedeki karşılıklarının baş harflerine atfen) “kredinin 5 C’si” adı verilir.
Küresel likidite koşulları bir belirsizlik unsuru haline geldi.
Çin’deki gelişmeler Asya’daki bütün gelişen piyasa ekonomileri için risk algısını olumsuz etkiliyor.
Üretim maliyetleri bir süre daha yüksek kalmaya devam edecek.
Küresel ölçekte bir enerji sorunu yaşayacağız.
Üretici fiyat enflasyonu son 9 ayda 25 puan artış kaydetti.
Ocak’tan beri son 36 aylık birikimli tüketici fiyat enflasyonu yüzde 50’nin üzerinde.
Para politikasının fiyat istikrarı ve finansal istikrar için -çapa olmak bir yana- ilave bir güvensizlik unsuru olacağı anlaşılıyor.
Ekonomide, Kasım sonuna kadar sürecek çalkantılı bir dönem bizi bekliyor. Politikalarda öngörülebilirliğin azalmış ve enflasyon başta olmak üzere makro kırılganlıkların artmış olması, Türkiye’yi fırtınalı sulara doğru pusulasız seyretme zorluğuyla karşı karşıya bırakıyor.
Evrendeki varlığın sadece yüzde 5’ini gözlemleyebiliyoruz. Geriye kalan yüzde 95’in ise var olduğunu biliyoruz ama ne gözlemleyebiliyoruz ne niteliği hakkında bilgi sahibiyiz.
*
Uzay boşluğu dediğimiz şey gerçekte boşluk değil.
*
Parçası olduğumuz varoluş gerçeğinin muhteşemliği!
Einstein’ın 1915’te ortaya koyduğu Genel Görelilik kuramı, uzay ve zamanın aslında tek bir doku olduğunu, kütleli nesnelerin uzay-zamanı eğip büktüğünü, kütleçekimini cisimlerin kütlelerinden kaynaklanan bir kuvvet değil, uzay-zamanın eğilmesinden kaynaklandığını gösterdi.
O dönemde genel kabul gören görüş, galaksimiz Samanyolu’nun durağan ve sonsuz bir boşlukla olduğuydu. Evrenin bir başlangıcı yoktu. Einstein, kütleçekim kuvvetinin evrensel bir yasa olduğunun farkındaydı ve bu durum durağan-ezelî evren kabulü ile bir çelişki yaratıyordu.