Sadece Türkiye değil, Dünya da bir eşikte gibi. Rusya Ukrayna'yı işgal ederse, II. Dünya Savaşı'nda Polonya'nın Almanya ve SSCB arasında bir süreliğine işgal ve iptaline benzeyecek.
Türkiye ise, adına şimdilik "Seçim" denen bir olaya doğru ilerliyor... >> #KonstantiniyeNotları
Ortada olası "Başlangıçlar" var. Bunları "Eşik" diye nitelemek mümkün, çünkü başı, aşağı yukarı belli ve başta -bilinen türden- belli opsiyonlara/olasılıklara sahip, ama o başlangıçların, Türkiye'yi ve Dünyayı nereye götüreceğini, orada başlayan yolun nereye çıkacağı belirsiz...
Çin'in Tayvan'ı işgali de bir diğer konu. Tayvan'ı koruyacağını söyleyen bir ittifak var, ama koruyabilecek mi, ya Çin'le askeri bir kapışmayı göze alabilecek mi? Bu belirsiz.
Türkiye'nin Değişim/Dönüşüm'ü hangi istikamette olacak belli, ama oraya giden yol nerelerden geçecek?
Büyük değişimler öncesi böyledir. Mesela II. Dünya Savaşı başlamadan önce İngiltere, Fransa pasif bir dış politika izliyorlardı, ABD kendi havasındaydı, savaş-mavaş düşünmüyordu, Japonlar da Mançurya'daydılar. Almanya, teknolojinin ve askeri gücün zirvesini teşkil ediyordu...
Stalin, Hitler'le gizli anlaşmalar imzalamıştı, Alman ordusu Wehrmacht'ın Sovyetler Birliğine saldıracağını rüyasında görse inanmazdı. Başlangıçta savaşı Nazi Almanyası'nın kazanmaması için hiç bir neden yoktu, o zamanki tahminler çok başka sonuçlar umuyordu...
"Planlı programlı" başlayan savaşta o pasif ve zayıf Büyük Britanya ile Fransa direnirken, Japon saldırısı sonrasında ABD, o zamanlar kimsenin beklemediği şekilde savaş sonrasının en büyük ekonomik/askeri/kültürel gücü haline geldi. Japonya, Filipinler'i Çin'i, Kore'yi terketti..
Savaştan önce Leo Troçki, tek ülkede sosyalizmin yaşayamayacağını, ancak dünya devrimi ile yaşayabileceğini söylüyordu, Stalin onu tasfiye etmişti. Savaş sonrasında "Sosyalist Blok" doğdu ve Troçki'nin öngördüğü gibi çok sayıda Sosyalist ülke halinde 1990'lara kadar yaşadı...
Savaştan sonra bambaşka bir Dünya oluşmuştu ve ona göre kurumlar da arkasından kuruldu. SSCB'nin süper güç olacağını değil Amerikalılar, İngilizler bile hayal etmemişti. Tenno Hirohito'nun iki atom bombasına rağmen tahtında kalması da, Japonya'nın Asya'dan tamamen çekilmesi de...
Almanların bir yandan, İngiliz-Fransız-Sovyet müttefiklerin diğer yandan baskı yapmalarına rağmen İsmat İnönü'nün savaşa girmemeyi başarmasının kıymetinin sonradan bilinmemesi ve muhafazakar çevre tarafından hâlâ küçümsenmesi de -mesela Batıda bugün- anlaşılamayan bir olay...
Dünya savaşın eşiğindeyken Türkiye'den beklenen, Türkiye'nin, çok güçlü ve bilim/teknik alanında en ileri ve de güçlü ülke Almanya'nın safında yer almasıydı. Türkiye bu konuda dikkatli sempati gösterileri ötesine asla geçmedi ve savaşın sonuna doğru galiplere yaklaştı...
Türkiye, 1938-39'da Dünyadaki yeni Değişim/Dönüşüm eşiğindeki hesaplara güvenip Almanya'nın müttefiki olsaydı, hele bir de savaşa girseydi, belki -kısmen de olsa- bir süreliğine Sovyet kontrolünde sosyalist bir ülke olacaktı veya ardından ikinci bir Kurtuluş Savaşı yaşanacaktı...
İnönü'nün tavrı, 1939'da, o zamanlar, pek alışıldık bir şey değildi. Onun yerinde başka bir politikacı olsaydı, mesela iş Saracoğlu'na kalsaydı, Türkiye açık seçik Almanya'nın safında yer alırdı. Hiçbir şey beklendiği gibi olmadı ve bir yerde, nasıl biteceği de belirsizdi...
Benzeri bir dönemin eşiğine gelinmiş gibi görünüyor, belki bir Dünya Savaşı olmayacaktır (veya olursa eski savaşlara hiç benzemeyecektir) ama burada 2007'den beri tahmin yürüttüğüm üzere, Dünya'da sistemin ve ona uygun olarak global kurumların vs. değişeceğini söyleyebiliriz...
II. Dünya Savaşı'ndan önce, Türkiye'nin bilmemkaç misli büyüklüğünde Mançukuo (Mançurya) diye bir devlet vardı, Hindistan hâlâ Büyük Britanya eyaletiydi, bağımsız devlet sayısı çok azdı, Afrika'da Mısır ve Liberya gibi biriki ülke dışındakiler koloni falandı...
Şimdi yaşanmak üzere olan durumda da bir çok, "Şöyle olursa böyle olur" türünden bi sürü düz mantık hesapları var. Mesela, "Amerikan donanması Tayvan'a taşınırsa Çin bişey yapamaz" hikayesi, veya "Ruslar Ukrayna'yı alır" peşin hesabı veya "NATO işe el koyar" tahminleri...
Türkiye için de, "Seçim olur, yumuşacık yeni hükümet gelir" veya "gene bi oyun kurulur, herşey aynen devam eder" demek kolay değil. Nereye çıkacağını, Dünyanın aşağı yukarı nereye çıkacağı üzerinden tahmin edebiliriz ama çok güvenilen bir çok dağa kar yağacağı açık...
Şimdi Türkiye'nin İnönü gibi beklenmeyecek şekilde -geleceğe uygun- siyasi hamleler yapabilecek politikacılara ihtiyacı var, ve o politikacıların kıymetinin -bu kez- bilineceğini söyleyebiliriz, zira Türkiye'nin yeni kuşakları, babaları ve dedeleri gibi Dünyaya kapalı değiller...
Türkiye II. Dünya Savaşı'na girseydi ya Alman işgaline ya da Sovyet işgaline maruz kalacaktı ama sonunda, I. Dünya Savaşı sonrası gibi bir tür Sevr yaşayacaktı. Sonuçta Sovyet işgali yaşayacağından, mesela Amerikancı milliyetçi muhafazakarlar devri diye bir şey olmayacaktı...
"İnsanlara süpürge tohumu yedirdiler" diye bir saçmalığı "maduriyet" niyetine hâlâ anlatan muhafazakarlar, varlıklarını İnönü'ye borçlu olduklarını bilmiyorlar ve bu, Avrupa'da anlaşılmayan bir şey. İstanbul ve Ankara havadan bombalanabilir, Batı Anadolu işgal edilebilirdi...
Türkiye eşikte, bol bol konuşuluyor ama beklenen yollardan geçilmeyebilir. Bir tarafta demokrasi bilinci eski zamanlar ile kıyaslanamayacak kadar yüksek genç bir seküler kesim var, bir de onların eski önyargılı çekingen eski versiyonu laik kesim. Gençler heryere hakim değiller...
Hiçbir şey sadece beyaz veya siyah değil...
Türkiye'nin eski hamam eski tas aynen devam edeceğini düşünenler de, hergün temcit pilavı gibi "anket" açıklayanlar da yanılabilirler. Sonuç çok güzel olacak, ama oraya kadar dolambaçlı bir yol katedileceği açık... <<
• • •
Missing some Tweet in this thread? You can try to
force a refresh
Birçok "bildik alışıldık doğru"yu değiştirmeye aday iki önemli kriz var Dünyada, bunlardan biri Ukrayna, diğeri Tayvan.
Dün, bu iki krizin bir tür eşiğe benzediği ve o eşikten geçildikten sonra yolun nereye çıkacağının belirsiz olduğundan bahsetmiştim... >> #KonstantiniyeNorları
Dünya basını bu konuda fena halde ısınmış durumda. "Tartışmalar" had safhada, Türkiye'nin tavrının ne olacağı aşağı yukarı tahmin ediliyor, muhtemelen Batılı ülkelerin safında yer alacak, ama Türkiye de kendi eşiğine doğru ilerliyor, o eşiğin adı "Seçim". Sonrası, Allah kerim!..
Hollanda'nın çeğrek milyon tirajlı "de Volkskrant" gazetesi, Rusya'nın Ukrayna'yı işgal tehdidi karşısında ciddileşen NATO'nun hiçbir şey yapmayacağını/yapamayacağını, bilemedin silah yardımında bulunabileceğini yazıyor.
İlginç olan konu, "Post-Amerikan Çağı"ndan bahsetmesi...
Yakın zamana kadar özellikle YouTube'daki alternatif medyada her lafın başında "Gazetecilik dersi" veriliyor ve "gerçek" gazeteciliğin ne olduğu konu ediliyordu. Bu "âdet"in terkedilmeye başlanması iyi bir gelişme. Ama gazeteciliğin aslı da pek matah bir şey sayılmaz... >>
Umberto Eco, gazeteciliğe karşı zehir zemberekti ve İtalya'dan yola çıkarak gazeteciliği "domuz tüccarlığı" ilan etmişliği bile vardı ve "Basın özgürlüğü diye bir şey yoktur, hiç de olmamıştır" demiştir. Tabii bunu şerh koymadan kabul etmek pek mümkün değil, -hele günümüzde...
Her fırsatta "Gazetecilik bu mudur Allah aşkına" diye ünleyenleri anlamakla birlikte, gazeteciliğin ne olduğu konusunda, büyük yazar Jonathan Franzen'ın "Purity" (Almancası: "Unschuld") adlı romanında yaptığı tarife yakın durduğumu söylemeliyim... >
Türkiye'de -şimdi kimsenin pek anlamak istemediği- bir Sol dalga geliyor. Bu sadece bir tesbit (istek/arzu falan değil).
Muhalefetin "Muhafazakar" söylem kullanmaya devam etmesi daha şimdiden sırıtmaya başladı ve bu nedenle değişecek gibi... >> #KonstantiniyeNotları
"Tezkere" tartışması, önemli sinyallerden birini vermiş olabilir.
Muhalefet bloğunun milliyetçi-Sağ partisi, iktidar bloğu ile birlikte oy kullanarak "milliyetçi muhafazakar seçmen"in yanında kaldığını düşünmüş gibi. Ama ülke geleceği ne milliyetçilik ne de muhafazakarlık...
Belki kulağa "absürd" gelecektir ama şimdi iktidar bloğunun yanında yer almak bir yana, onunla temas etmek bile bir siyasi hareketin sonu demek olabilir. Buna ben daha önce "Midas faktörü" demiştim, yani iktidara yaklaşan herkes altına dönüşüyor ve aynı zamanda ölmüş oluyor...
İstanbul'un resmî adı 1930'dan beri "İstanbul" ama o binlerce yıllık kadim bir şehir ve sayısız adı var, onlardan en uzun en çok kullanılanı da Konstantinopel/Konstantiniye. İstanbul, Postkapitalist geleceğin en önemli kültür başkentlerinden biri olacak.. >> #KonstantiniyeNotları
Atatürk Kültür Merkezi'nin yeniden -hem de aynı adla- açılışı, kuşkusuz Modern Türkiye savunucularının yaptığı onca itiraz ve ikazın boşa gitmediğini gösteriyor. Sadece yeni neslin değil, Gezi'yi gerçekleştiren 1990'lıların ve şimdi daha yaşlı kuşakların da istediği oldu...
Bu arada İstanbul'un "Marka değeri"nin artıp eksilmesi gibi konular, hikayeden teranedir, zira İstanbul her haliyle, ufak firma heveslerini ifade eden böyle terimlerin mucidi ikiyüz yıllık kapitalizmin piyasasına ve onun "muhafazakar" yağmacı versiyonuna beş numara büyük gelir...
İslamcılar devri sonsuza dek sona eriyor ve tabii bunu anlayanlar sadece İslamcılar değil, onlara son çeğrek yüzyıl boyunca alenen payanda olmuş "Liberaller" denen "entelektüel" kesim de -ve tabii eski "popüler" günlerine dönmek istiyorlar..
Bu mümkün mü? >> #KonstantiniyeNotları
"Tekrardan" televizyonlarda saatlerce "Demokraasi" konuşup antidemokratik Kemalistlere bindirmek ve "demokrat" hatta "devrimci" İslamcıları, yani "Müslümanlar"ı savunmak yerine şimdi de Kemalistler yerine İslamcılara bindirerek aynı tonda -kaldığı yerden- devam mümkün mü?
"Liberaller"e karşı dinmek bilmeyen bir kinin biriktiği görülüyor ve bu kesimden "özür niyetine" yazılan yazıları -bunlar genellikle eski usûl Sol soslu alaturka siyaset dedikodusu seviyesini pek aşmıyor- entelektüel anlamda ciddiye almak pek kolay değil... >
Yılmaz Erdoğan'ın yeni filmi "Kin", bir Güney Kore filminin adaptasyonu olmak dışında da bazı zayıf yanları var...
Filmin konusu gayet iyi ve buna hem sevinmiştim hem de hoşuma gitmişti, -ta ki adaptSyon olduğunu öğreninceye kadar... >>
Filmde Yılmaz Erdoğan ve Ahmet Mümtaz Taylan gibi çok iyi oyuncular var ama fondaki hayat silik, üzerine fazla düşünülmemiş gibi, bu da hikayeyi yer yer "teatral" kılıyor -ki hem konuya hem oyunculara haksızlık gibi duruyor...
Filmin ilk yarısında adım adım inşa edilen gerilim çok başarılı, ama ikinci yarısında gerilim, sürprizlerin zayıflığı ve inandırıcılığın eşiğinde gezindiğinden düşüyor.
Katilin kimliği ortaya çıkınca tam sürpriz yaşanıyor ama uzun dialoglar sürprizin etkisini azaltıyor...