Yakın zamana kadar özellikle YouTube'daki alternatif medyada her lafın başında "Gazetecilik dersi" veriliyor ve "gerçek" gazeteciliğin ne olduğu konu ediliyordu. Bu "âdet"in terkedilmeye başlanması iyi bir gelişme. Ama gazeteciliğin aslı da pek matah bir şey sayılmaz... >>
Umberto Eco, gazeteciliğe karşı zehir zemberekti ve İtalya'dan yola çıkarak gazeteciliği "domuz tüccarlığı" ilan etmişliği bile vardı ve "Basın özgürlüğü diye bir şey yoktur, hiç de olmamıştır" demiştir. Tabii bunu şerh koymadan kabul etmek pek mümkün değil, -hele günümüzde...
Her fırsatta "Gazetecilik bu mudur Allah aşkına" diye ünleyenleri anlamakla birlikte, gazeteciliğin ne olduğu konusunda, büyük yazar Jonathan Franzen'ın "Purity" (Almancası: "Unschuld") adlı romanında yaptığı tarife yakın durduğumu söylemeliyim... >
Jonathan Franzen "Purity" adlı romanında gazetecilik hakkında şöyle der (Almanca çevirisinden Türkçeye mealen aktarıyorum):
"Gazetecilik, 'epigonal' bir hayattı..."
('Epigonal'i Türkçeye, "Bilinenin yüzeysel tekrarı" şeklinde çevirebiliriz her halde)
"Epigonal dünyevilik..." >
> "Epigonal uzmanlık, epigonal mahremiyet. Bir konuya, onu hemen unutmak üzere hakim olmak. İnsanlarla, onları hemen terketmek/bırakmak üzere dost olmak."
Jonathan Franzen'ın gazeteciliği tarifine bir ek yapmak gerekirse, bunu "Yüzeysellik ve unutkanlık" ile tamamlayabiliriz...
Türkiye'de gazetecilik hem büyük bir ihanete uğrayıp direnişsiz itirazsız satıldığı, hem de çoğunluğu teşkil eden bülten yazmanlığının da kendini "gazeteci" ilan etmesinden ötürü özel ilgi ve desteği hak ediyor elbette, -ama pek matah bir şey de değil... << #KonstantiniyeNotları
• • •
Missing some Tweet in this thread? You can try to
force a refresh
Birçok "bildik alışıldık doğru"yu değiştirmeye aday iki önemli kriz var Dünyada, bunlardan biri Ukrayna, diğeri Tayvan.
Dün, bu iki krizin bir tür eşiğe benzediği ve o eşikten geçildikten sonra yolun nereye çıkacağının belirsiz olduğundan bahsetmiştim... >> #KonstantiniyeNorları
Dünya basını bu konuda fena halde ısınmış durumda. "Tartışmalar" had safhada, Türkiye'nin tavrının ne olacağı aşağı yukarı tahmin ediliyor, muhtemelen Batılı ülkelerin safında yer alacak, ama Türkiye de kendi eşiğine doğru ilerliyor, o eşiğin adı "Seçim". Sonrası, Allah kerim!..
Hollanda'nın çeğrek milyon tirajlı "de Volkskrant" gazetesi, Rusya'nın Ukrayna'yı işgal tehdidi karşısında ciddileşen NATO'nun hiçbir şey yapmayacağını/yapamayacağını, bilemedin silah yardımında bulunabileceğini yazıyor.
İlginç olan konu, "Post-Amerikan Çağı"ndan bahsetmesi...
Sadece Türkiye değil, Dünya da bir eşikte gibi. Rusya Ukrayna'yı işgal ederse, II. Dünya Savaşı'nda Polonya'nın Almanya ve SSCB arasında bir süreliğine işgal ve iptaline benzeyecek.
Türkiye ise, adına şimdilik "Seçim" denen bir olaya doğru ilerliyor... >> #KonstantiniyeNotları
Ortada olası "Başlangıçlar" var. Bunları "Eşik" diye nitelemek mümkün, çünkü başı, aşağı yukarı belli ve başta -bilinen türden- belli opsiyonlara/olasılıklara sahip, ama o başlangıçların, Türkiye'yi ve Dünyayı nereye götüreceğini, orada başlayan yolun nereye çıkacağı belirsiz...
Çin'in Tayvan'ı işgali de bir diğer konu. Tayvan'ı koruyacağını söyleyen bir ittifak var, ama koruyabilecek mi, ya Çin'le askeri bir kapışmayı göze alabilecek mi? Bu belirsiz.
Türkiye'nin Değişim/Dönüşüm'ü hangi istikamette olacak belli, ama oraya giden yol nerelerden geçecek?
Türkiye'de -şimdi kimsenin pek anlamak istemediği- bir Sol dalga geliyor. Bu sadece bir tesbit (istek/arzu falan değil).
Muhalefetin "Muhafazakar" söylem kullanmaya devam etmesi daha şimdiden sırıtmaya başladı ve bu nedenle değişecek gibi... >> #KonstantiniyeNotları
"Tezkere" tartışması, önemli sinyallerden birini vermiş olabilir.
Muhalefet bloğunun milliyetçi-Sağ partisi, iktidar bloğu ile birlikte oy kullanarak "milliyetçi muhafazakar seçmen"in yanında kaldığını düşünmüş gibi. Ama ülke geleceği ne milliyetçilik ne de muhafazakarlık...
Belki kulağa "absürd" gelecektir ama şimdi iktidar bloğunun yanında yer almak bir yana, onunla temas etmek bile bir siyasi hareketin sonu demek olabilir. Buna ben daha önce "Midas faktörü" demiştim, yani iktidara yaklaşan herkes altına dönüşüyor ve aynı zamanda ölmüş oluyor...
İstanbul'un resmî adı 1930'dan beri "İstanbul" ama o binlerce yıllık kadim bir şehir ve sayısız adı var, onlardan en uzun en çok kullanılanı da Konstantinopel/Konstantiniye. İstanbul, Postkapitalist geleceğin en önemli kültür başkentlerinden biri olacak.. >> #KonstantiniyeNotları
Atatürk Kültür Merkezi'nin yeniden -hem de aynı adla- açılışı, kuşkusuz Modern Türkiye savunucularının yaptığı onca itiraz ve ikazın boşa gitmediğini gösteriyor. Sadece yeni neslin değil, Gezi'yi gerçekleştiren 1990'lıların ve şimdi daha yaşlı kuşakların da istediği oldu...
Bu arada İstanbul'un "Marka değeri"nin artıp eksilmesi gibi konular, hikayeden teranedir, zira İstanbul her haliyle, ufak firma heveslerini ifade eden böyle terimlerin mucidi ikiyüz yıllık kapitalizmin piyasasına ve onun "muhafazakar" yağmacı versiyonuna beş numara büyük gelir...
İslamcılar devri sonsuza dek sona eriyor ve tabii bunu anlayanlar sadece İslamcılar değil, onlara son çeğrek yüzyıl boyunca alenen payanda olmuş "Liberaller" denen "entelektüel" kesim de -ve tabii eski "popüler" günlerine dönmek istiyorlar..
Bu mümkün mü? >> #KonstantiniyeNotları
"Tekrardan" televizyonlarda saatlerce "Demokraasi" konuşup antidemokratik Kemalistlere bindirmek ve "demokrat" hatta "devrimci" İslamcıları, yani "Müslümanlar"ı savunmak yerine şimdi de Kemalistler yerine İslamcılara bindirerek aynı tonda -kaldığı yerden- devam mümkün mü?
"Liberaller"e karşı dinmek bilmeyen bir kinin biriktiği görülüyor ve bu kesimden "özür niyetine" yazılan yazıları -bunlar genellikle eski usûl Sol soslu alaturka siyaset dedikodusu seviyesini pek aşmıyor- entelektüel anlamda ciddiye almak pek kolay değil... >
Yılmaz Erdoğan'ın yeni filmi "Kin", bir Güney Kore filminin adaptasyonu olmak dışında da bazı zayıf yanları var...
Filmin konusu gayet iyi ve buna hem sevinmiştim hem de hoşuma gitmişti, -ta ki adaptSyon olduğunu öğreninceye kadar... >>
Filmde Yılmaz Erdoğan ve Ahmet Mümtaz Taylan gibi çok iyi oyuncular var ama fondaki hayat silik, üzerine fazla düşünülmemiş gibi, bu da hikayeyi yer yer "teatral" kılıyor -ki hem konuya hem oyunculara haksızlık gibi duruyor...
Filmin ilk yarısında adım adım inşa edilen gerilim çok başarılı, ama ikinci yarısında gerilim, sürprizlerin zayıflığı ve inandırıcılığın eşiğinde gezindiğinden düşüyor.
Katilin kimliği ortaya çıkınca tam sürpriz yaşanıyor ama uzun dialoglar sürprizin etkisini azaltıyor...