Amerika ile inşa edilen köksüz, renksiz, eklektik geleceğe itiraz eden; sanatla, şiirle kurduğu derin, sahici bağa ait köklerin ise doğduğu toprakların çok ötesine uzandığını fark eden bir şair, Ezra Pound’u (30 Ekim 1885 - 1 Kasım 1972) daha yakından tanıyalım… ✍️🔎
Eski dünyayı, millet olmayı önemsedi.
Amerikan rüyasını reddedip, “büyük anlatıların” gerçekleşmesini istedi.
Bundan dolayı kendisine “kaybedenden yana” olmanın bedeli de ödetildi.
İtibarsızlaştırma, delilik ithafı, yalnızlığa mahkûmiyet…
Hepsini gördü, hepsine sabretti.
O bir şairdi. Öfkesi şiddetli, hüznü derindi.
Yaşı ilerledikçe, dünya gençliğindeki dünya olmaktan uzaklaşıyor, değişiyordu.
Dilini keskinleştirdi, şiirinin formunu yeniledi, ifadelerine dolayımı yerleştirdi.
Kantolar, Ezra Pound’un dünyaya söylediğini kripto sözler gibiydi.
Kantolar edebiyat tarihinin belki de en kaotik eserlerinden biridir; tamamlanmamıştır...
Aldığı en büyük eleştirilerden biri Kantolar’da hâkim bir biçiminin olmayışıdır. Fakat Pound bunun farkındadır ve belki de bu yüzden kendi biçimini yaratmıştır.
Bir röportajında (1960) “Sorun, bir biçim bulabilmekteydi; gerekli materyali içine alabilecek esnek bir biçim bulabilmekteydi. Üstelik bu hiçbir şeyi dışarıda bırakmayan bir biçim olmalıydı.” dedi.
Pound daha sonra aradığını buldu ve ona “The Cantos” adını verdi.
Ezra Weston Loomis Pound.
30 Ekim, 1885’te Kuzeybatı Amerika’da, Idaho’da dünyaya gelir. Kısa bir süre sonra annesi Isabel Pound’u da yanına alarak Pennsylvania’ya tanışır; babası da bir müddet sonra aileye katılır.
Dalgalı bir öğrencilik hayatı olur Pound’un... Sıklıkla okul değiştirir.
Yıllar sonra “How I began” başlıklı yazısında “Yalnızca ve yalnızca şiirle meşgul olmak istiyordum… Üniversite hayatım boyunca, bundan başka şeyleri bana kakalamaya çalışanlarla hep kavga ettim” der.
Bir şekilde Hamilton College’dan (1905) mezun olur.
Dönemin sisteminde doktora yapmayı dener fakat bitiremez.
Cebelitarık’a gidip (1908) Amerikalı turistlere rehberlik yaparak geçinir. Bu onun Avrupa’ya ikinci gidişidir.
Bir müddet sonra da Venedik’e geçer.
23 yaşındayken (1908) kendi imkanlarıyla bastırdığı yetmiş küsur sayfalık “A Lume Spento” isimli kitabını veremden ölen dostuna ithaf eder.
Kitabın adı Dante’nin Araf’ındaki Sicilya kralı Manfred’in ölümünü anlatan üçüncü kantodan gelir.
Aynı yıl (1908) Londra’ya taşınmaya karar verir ve on yıldan uzun bir süre burada yaşar.
Edebiyat ortamlarında (1909) romancı Olivia Shakespear’le tanışır.
Olivia, Pound’u kızı Dorothy ile tanıştırır ve bir süre sonra Dorothy ve Pound evlenir.
Bu evlilik ve Londra Pound’u birçok edebi şahsiyetle bir araya getirir:
William Butler Yeats,
George Bernhard Shaw,
T.E. Hulme…
Bir mektubunda (1909) “Burada çok acayip işler yapan bir ekibin içine giriyorum. Londra, Londra eski Londra, şiirin mekânı...” diye yazar.
Yeats, kabuğunu kıramayan James Joyce’u Pound’un çalıştığı The Egoist dergisine yönlendirir.
Joyce ve Pound tanışması da burada (1913) gerçekleşir.
Ulysses’ten önce Dublinliler ve Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi’nin dizi olarak basılmasında Pound’un büyük emeği geçer.
Eliot’ın ilk yayıncılarından Harriey Monroe’yu ikna eden de Pound’dur.
Eliot’ın “The Love Song of J. Alfred Prufrock” şiiri için “Bir Amerikalıdan çıkan şu ana kadarki en iyi şiir” yorumunu yapar.
On yılı aşkın süreden sonra Londra’da yüzü eskiyen Pound’un yazıları gönderdiği dergilerce reddedilmeye başlar.
Çalıştığı The Egoist dergisi de James Joyce’un eserlerinden dolayı sürekli sansür yemektedir. Etrafındaki yazarlara kanat geren Pound, kendine çare olamaz hale gelir.
Londra’da kalmak için sebebi kalmayan Pound, Paris’e gitmeye (1921) karar verir.
Bir yıl öncesinde “Hugh Selwyn Mauberley” başlığıyla bir şiir yazmıştır. Şiirde Mauberley ismindeki şair, hayatın kısır ve anlamsız olduğunu anlatır.
Bu şiir Pound’un Londra’ya veda mektubudur.
Pound Paris’e yerleşir (1921) ve burada S. Beach’in meşhur Shakespeare and Company isimli kitabevinde takılır.
Londra’da olduğu gibi Paris’te de genç yetenekleri edebiyat ortamlarına tanıtır.
Pound’un yanındaki gençlerden biri de o zamanlar henüz 22 yaşında olan Hemingway’dir.
Pound ve Hemingway aradaki yaş farkına rağmen çok iyi anlaşır ve birlikte (1923) İtalya’yı turlarlar.
Pound genç Hemingway’e Paris’te yol gösterir, Hemingway ise Pound’a boks öğretir.
Pound ile Hemingway arasındaki tek anlaşmazlık alkol bağımlığındadır:
Hemingway çok fazla alkol tüketir, Pound ise içmez.
İkili, Hemingway’in intiharına kadar sık sık görüşürler.
James Joyce bu dönemde Zürih’tedir ve sağlık durumu kötüye gider. Joyce’un aynı dönemde kızı da hastadır ki kızıyla Carl Gustav Jung ilgilenir.
Jung önce kızın şizofren olduğunu düşünür; ama Joyce’u okuduktan sonra kızın değil, Joyce’un şizofren olduğuna kanaat getirir.
Pound, Joyce’u Paris’e taşınmaları konusunda ikna eder.
Joyce ve ailesi Paris’e geldiklerinde kalacakları yeri Pound ayarlamıştır bile.
Hatta kendisine maddi anlamda çokça yardımcı olan John Quinn üzerinden Joyce’a bir miktar maaş da bağlatır.
Pound’un dünya edebiyatına kendi Kantolarından sonra en büyük katkısı belki de ileride Ulysses’i basacak olan Slyvia Beach’le James Joyce’u tanıştırmasıdır.
Film tavsiyesi:
Midnight in Paris
Enteresandır, Woody Allen’in tam da bu dönemi anlatan ve Hemingway, Joyce, Beach gibi karakterleri gördüğümüz filminde Pound’u hiç görmeyiz.
1922 yazında Pound, Paris’te Olga Rudge ile tanışır.
Olga ile Pound ayrı dünyaların insanlarıdır. Olga varlıklı Amerikalı bir aileden gelir ve aristokrat cemiyetin insanıdır; Pound ise artık bir “Avrupalıdır” ve eserlerini bastırabilmek için kendini paralayan yazarlarla takılır.
Pound, Dorothy’yle evlidir.
Buna rağmen Olga ile Pound ilişkisi, Pound’un ölümüne kadar devam eder.
Dorothy Paris’te huzursuzdur, Pound’un ise sağlık sorunları baş gösterir ve ikili İtalya’da bir deniz kasabası olan Rapallo’ya (1924) taşınırlar.
Kısa bir süre sonra Pound’dan hamile olan Olga da İtalya’ya taşınır.
Temmuz 1925’te Maria (Mary de Rachewiltz) dünyaya gelir.
(Kendisi hâlâ hayattadır.)
Maria’ya bakıcı olarak çocukları yeni ölmüş köylü bir aile bulurlar. Maria ailesinden uzakta büyür.
Dorothy Mısır’a (Aralık, 1925) gider ve bir müddet sonra (Mart,1926) geri döner.
Döndüğünde, Pound Dorothy’nin (Haziran, 1926) hamile olduğunu fark eder.
Dorothy çocuğu Amerikan hastanesinde doğurmak ister ve bunun için Paris’e gider. Dorothy’yi hastaneye Hemingway götürür.
Dorothy’nin oğlu Omar (10 Eylül 1926) dünyaya gelir.
Ezra Pound çalışan David Moody, Pound’un evraklarının arasında tarihsiz bir belge bulunduğunu anlatır. Belgede “Ben, Ezra Pound, Omar’ın yasal anlamda oğlum olmadığını beyan ediyorum. Ben boynuzlanmış biriyim!” yazılıdır.
Moody bir çalışmasında Dorothy’nin Mısır’da Hassan Riffai adında bir subayla tanıştığını ve Omar’ın babasının da bu subay olduğunu iddia eder.
Omar, iki yaşına girmeden annesi tarafından Londra’ya götürülür ve orada ona anneannesi Olivia Shakespear bakar.
Pound, Birinci Dünya Savaşının dünyaya hâkimiyet kurmakta olan kapitalist düzenin sebep olduğuna inanır.
Kantolarında bu düzenden bahsederken, Dante’nin dokuz halkalık Cehenneminin yedinci halkasındakileri anlatmak için kullandığı usury (tefeci) tabirini ödünç alır.
1933-45 yılları arasında Nazi Partisi üyesi olan Heidegger mektuplarında Alman toplumunun ve özellikle üniversitelerinin Yahudileşmesinden çekincelerini dile getirdiği gibi…
Pound da ‘Londra’nın dar sokaklarından milli sloganların kamuflajı altında Manhattan’a akın eden’ Yahudilerden bahseder.
Hemingway akademik çevrelerce özellikle Güneş de Doğar adlı romanında yarattığı Yahudi Robert Cohn karakteri üzerinden Yahudi karşıtı fikirlere yer vermekle suçlanır.
Bu dönem, antisemitizmin devlet politikası olarak benimsenmesinin doğuracağı felaketler döneminden biraz öncesidir...
Olga Rudge, Mussolinin malikanesinde (1933) özel bir konser verir. Pound da bu vesileyle konserde Mussolini’yle tanışır. Bu buluşmada Pound, Mussolini’ye 30 Kanto taslağını hediye eder.
Pound’un ekonomiye dair 18 maddelik derlemesini de verdiği fakat ilgi görmediği anlatılır.
Pound sonraki yıllarda 41. Kanto’ya şunu ekler:
“Ama bu / dedi Patron, hayli eğlendirici.”
Mussolini, Pound’u o kadar büyülemişti ki Pound bir mektubunda C.H. Douglas’a şöyle yazar:
“Fikirlerimi Patron kadar hızlı kavrayan birine denk gelmedim.”
Pound 1941-45 arasında İtalyan Radyosunda üç yüzü aşkın program yapar. Bu süre boyunca -bugünkü değerle 200bin dolara yakın- 12 bin dolar kazandığı biliniyor.
Pound’un hedefinde hep Amerika, Roosevelt, Churchill, Yahudiler vardır.
Hitler’in Kavgam eserine methiyeler düzer.
3 Mayıs 1945 yılında Mussolini öldürülür.
İtalyan polisi Olga’nın evini basar ve Pound’u tutuklar. Pound evden çıkmadan yanına Çince bir sözlük ve Konfüçyus’un bir kopyasını alır.
1945 yılında Almanlar pes edince, esaretteyken şöyle bir açıklamada bulunur:
“Ben Yahudi karşıtı değilim. Yalnızca Yahudi tefecilerle dürüst bir hayatı yaşayan Yahudi arasında ayrım yapıyorum.
Hitler de, Mussolini de sıradan insanlardır.
Ama Hitler’in bir aziz olduğunu ve kendisi için hiçbir şey istemediğine inandım…”
“Onun antisemitizm tuzağına düşürüldüğünü düşünüyorum. Ve bu onu paramparça etti... Onun hatası buydu.
Mussolini öldürüldükten sonra İtalya’nın düştüğü karmaşayı görünce, insanın neden onun gayretlerine inandığını anlarsınız.”
Pound üç hafta boyunca Amerikan Askeri Kampında hapsedilir. Goril kafesi denilen 3-4 metrekare genişliğindeki çelik parmaklıklı bir kafeste esir edilir. Üç hafta o kafeste tek başına kalır. Bir süre sonra hareket etmeyi ve herhangi bir iletişimi reddeder.
Sonunda yemeyi de bırakınca muayene edilir ve daha geniş bir yerde hapsedilir. Burada Pisa Kantolarını yazmaya başlar. Hatta 84. Kantoyu bir tuvalet kağıdına yazmıştır.
The New Yorker yazarlarından Louis Menand’a göre “Pisa Kantoları hiç de mahcup durmayan faşist bir şiirdir”.
1945 yılının Kasım ayında tutuklu olarak Washington’a götürülür ve 12 yıl kalacağı St. Elizabeth Akıl Hastanesine yatırılır. Hakkında 19 ayrı suçtan mahkeme süreci başlar. En büyük suçu Amerikan tabiiyetini zedeleyerek, İtalya Krallığını savunmasıdır.
Hastanede tutulduğu şartlar İtalya’daki kamptan çok da iyi değildir. Bulunduğu yer cehennem çukuru denilen penceresiz bir odadır.
Günde yalnızca 15 dakikalığına ziyaretçi kabul edebilir. Ziyaretçileriyle görüşürken etrafta bağıran, saklanan, saldıran her türden deli vardır.
Bu süreçte Ku Klux Klan üyesi John Kasper’in Pound’a dört yüz civarında mektup yazdığı biliniyor. Pound’un bu mektupların ne kadarına, nasıl cevap verdiği bilinmiyor maalesef çünkü mektuplar kayıp.
Kasper daha sonraki yıllarda Amerika’da ırkçı ve Yahudi karşıtı yayınların yayımında önde gelen isimlerinden biri olur. Kurduğu kitabevine Pound’un eserinden esinle “Make it New” ismini verir.
Kasper vitrininde bir süre Pound’un kendisine yazdığı mektupları sergiler.
Hemingway Nobel Edebiyat ödülünü aldığı sene (1954) Time dergisine verdiği bir röportajda “şairleri serbest bırakmak için ne kadar da güzel bir yıl” diye bir mesaj verir. Röportajda Pound’un serbest bırakılması gerektiğini, asıl Kasper’in içeri tıkılması gerektiğini söyler.
Pound bir süre sonra konuşmayı bırakır.
Kantolarıyla ve destek olup var olmalarını sağladığı Joyce, Hemingway, Eliot gibi yazarlarla İngiliz/Amerikan edebiyatını, daha doğru bir deyişle aslında Dünya Edebiyatını dönüştüren Ezra Pound kendini bir tımarhanede sessizliğe gömer.
Hemingway’in de arkadaşı olan şair Archibald MacLeish, bir avukat tutar. Avukat hastanenin yöneticisi Overholser’i Pound’un cezai ehliyeti olmadığına ve tedavi edilemeyecek kadar deli olduğuna “ikna eder”.
Pound 7 Mayıs 1958 yılında tımarhaneden çıkarılır.
1958 Temmuz’unda İtalya’ya döner. Napoli’ye ayak basar basmaz Nazi selamıyla poz verir. Hastaneden ne zaman, nasıl çıktığını soran bir gazeteciye “Girmedim ki çıkayım. Amerika’daydım. Amerika’nın kendisi zaten kocaman, feci bir tımarhane!” diye cevap verir.
Allen Ginsberg, Pound’u son demlerinde İtalya’da ziyaret eder. Çok daha sonra, 1992 yılında Ginsberg bir röportajında “Yahudiler adına Pound’u affettiğini söyler.”
Kendini Budist bir Yahudi olarak tanımlayan Ginsberg de Siyonizmin ırkçılık olduğuna inanır.
Görüşmede Pound ve Ginsberg’in yanlarında bulunan Michael Reck, Pound’un şöyle dediğini aktarır:
“Yaptığım tüm iyilikler kötü niyetlerin altında ezildi; alakasız ve aptal şeylerle zihnimi meşgul ettiğim oldu.”
“ama güzellik delilik değil ya
Hatalarım günahlarım beni yalanlasa da.
Yarı tanrı değilim ki ben
Düzelteyim bunları.
Ya aşk vardır bu hanede ya hiçbir şey
(çeviri: bk)
Reck anlatmaya devam eder:
“Ginsberg’in de Yahudi olduğunu bilen Pound, yavaşça ama üstüne basa basa ‘Düştüğüm en büyük hata ise Yahudi düşmanlığı gibi cahilane bir önyargıya saplanmaktı.”
Seksenini aşmış Pound’un hem akıl hem beden sağlığı her geçen gün kötüye gider.
Donald Hall, Pound’la röportaj yapmak için (1970) İtalya’ya gider. Pound, Hall’u “Benim için o kadar yol teptin ama beni ancak kırıntılar halinde bulabildin.” diye karşılar.
Hall, dört günü birlikte geçirdiği Pound’un sürekli gelgitli olduğundan bahseder. Bir yanda yaşlılık, bir yanda kötü sağlık durumu.
En ağır basanı ise pişmanlıkları...
Pound pişmanlıklarını yıllarca yoğurup Kantolar gibi büyük bir kaos yaratmış bir şairdir.
“Kendinin efendisi ol, o zaman sayarlar seni ancak”
gururunu bir yana bırak
dayak yemiş bir itsin yağmur altında
gelgitli güneşte şişmiş bir saksağan,
yarı kara yara ak
ne kanat bilirsin ne kuyruk
gururunu bir yana bırak
…
“Merhametsiz nefretin
serpildi hatalarında,
gururunu bir kenara bırak
berbat etmekte elin çabuk, hayır hasenatta sıkı,
bırak gururunu bir yana
bırak diyorum, hadi ama.”
(çeviri: bk)
W. Lewis, Hemingway, Eliot, Joyce…
Ezra’nın yakın arkadaşları yavaş yavaş, tek tek ölür.
Yorulmuştur…
“Dokunduğunu berbat eden bir adamım, sürekli hataya düştüm. Tüm hayatım boyunca hiçbir şey bilmediğime inandım, hiçbir şey. Kelimelerimi anlamlardan mahrum bıraktım.” der.
Ezra Pound doğum gününde (30 Ekim 1972) yatak odasından çıkamayacak kadar zayıf düşer. Ertesi gün kaldırıldığı hastanede ise daldığı uykusundan bir daha uyanamaz.
Ezra öldüğünde yanı başında hayat arkadaşı Olga vardır. Cenaze işlemlerini de o halleder.
Pound’un Olga’dan doğma kızı Mary de cenazeye yetişir.
Eşi Dorothy ve oğlu Omar ise cenazeye katılamaz.
Ezra Pound’un naaşı krizantem çiçekleriyle süslü dört gondol eşliğinde San Michele adasına taşınır.
Ertesi yıl karısı Dorothy ölür.
Olga ise ölünce (1996) Pound’un yanına defnedilir.
“Make it Now” klasik bir Pound makalesidir. Buradaki ‘it’ten kasıt eski olandır. Geçmişin kültüründe değerli olan eskiyi yenileştirmektir.
Pound sanatın dolayımlı diline sığınır, bu yüzden Kantoları tercüme, alıntı, kinaye ve eskiyi taklit eden parçalarla doludur.
Eliot, Pound için “Çin şiirinin dönemimizdeki mucididir” der.
Askeri hapishanedeyken kızı Mary’ye gönderdiği şiirlerindeki Çince tasvirler kamptaki denetçinin ilgisini çeker ve bunun için sorgulanır.
Bundan dolayı gönderdiği taslaklara ayrı bir not düşmek zorunda kalır:
“Konfüçyüs’ten alıntılar yapıyorum ki hepsi kısacık. Çünkü biz insanoğlu olarak daha dün doğmadık, bir geçmişimiz var. Ben de bunu göstermeye çalışıyorum.”
(…)
“Burada tahrik unsuru içeren herhangi bir şey yok.”
Ezra Pound.
Yazar David Perkins, Pound’un elli yılı aşkın yazın hayatını şöyle özetler:
“Onun başarısı üç katmanlıdır: İlki tabii ki şairliği, ikincisi de eleştirmenliğidir. Üçüncü ve belki de en önemli özelliği ise bir şekilde dehaları kendi kanatları altında korumaya almasıdır.”
Hemingway de Pound’dan şöyle bahseder:
“Büyük şair vaktinin beşte birini şiire, geri kalan kısmını ise hem de maddi hem de manevi anlamda dostlarının kısmetini artırmaya ayırır.”
“Birisi saldırıya uğramışsa onu savunur. Milleti dergilere sokar, hapisten çıkarır. Borç para verir, borç para bulur. Resimlerini satar, hastane masraflarını karşılar. İpten adam alır. …
…Ama gel gör ki pek azı ellerine geçen ilk fırsatta ona bıçağı saplamaktan geri durur.”
Ezra Pound Joyce, Eliot, Yeats, Hemingway gibi isimlerinin eserlerini sadece okumakla, eserlerini tashih etmekle kalmadı, bu isimleri tek tek yayıncılarla, dergilerle irtibatlandırdı, onlara sermaye buldu, onlarla parasını ve hatta eski kıyafetlerini paylaştı.
Pound’un sanatındaki belirsizlik hiçbir zaman kastî değildir. Pound belirsizliği sevmez.
O estetiğinin temeline açıklığı, berraklığı koyan bir şairdir.
Ezra Pound her alıntıyı, her kinayeyi bir yerlere sağlam bir şekilde bağlama ehliyeti olan bir sanatçıdır.
Ezra Pound “Amerikan rüyasını” hiç sevmedi. Amerika ile inşa edilen köksüz, renksiz, eklektik geleceğe şairane bir tavırla itiraz etti.
Avrupa’yı, eski dünyayı, “Millet” olmayı önemsedi fakat büyük şaire, “kaybedenden yana olmanın” bedeli de ödetildi.
O, sanatla kurulan derin, sahici bağın insana neyi temin ettiğini gösterdi.
Pound kendini “büyük anlatıların” inşasına hasretti ancak düşlerinin gerçekleştiğini göremedi.
Her zaman sahici olanı isteyen şair, bunun için en çok da yanındakini, dostluklarını, dostlarını çok sevdi.
Türkiye’deki sağlık eğitiminin gelişmesinde önemli bir katkısı bulunan, kadın doğum, hemşirelik, ebelik, hastabakıcılık gibi pek çok alanda kurucu olan, tıbbi yayıncılığı başlatan ve Darülfünun’un ilk emini olan Besim Ömer Akalın'ı (1 Temmuz 1862 - 19 Mart 1940) tanıyalım. 🔎
Besim Ömer Paşa, 1 Temmuz 1862 tarihinde İstanbul’da dünyaya geldi. Babası ilk Osmanlı Meclis-i Mebusan’ında mebus olan Nardalı Ömer Şevki Paşa, annesi ise Afife Hanım’dır. Priştine’de eğitim hayatına başlayan Besim Ömer, Kosova Mülki Rüştiyesi’nde ortaöğrenimine devam etmiştir.
Ailesinin İstanbul’a taşınması nedeniyle son senesini Gülhane Askeri Rüştiyesi’nde tamamlamıştır. Çocukluğundan itibaren doktor olmayı isteyen Besim Ömer Paşa bu konuda şöyle der: “Doktor olmama başlıca sebep ebeveynimin, bilhassa babamın hekimlere karşı gösterdiği muhabbettir.”
"Benim anılarım, hayaletlerle dolu bir galeridir. Belki ben kendi hayatımı değil de, başkalarının hayatını yaşadım."
Pablo Neruda (12 Temmuz 1904-23 Eylül 1973) yaşadığını itiraf ediyor!
İşte kendi kelimelerinden ve dizelerinden Şair'in hayatı.🌿
"Annem, daha onu hatırlamadan, gözlerimle ona baktığımı bilmeden ölmüş. Adı Dona Rosa Basoalto'ydu. Beni 12 Temmuz 1904'te dünyaya getirmiş. Babamın adı José del Carmen'di. Çok genç yaşta baba evini terk ederek Talcahuano Limanı'ndaki doklarda işçiliğe başlamış."
"14 yaşındayken babam, biraz da kuşkuyla edebiyat çalışmalarımı izliyordu. Dergilerde yayımlanan ilk şiirlerimi gizlemek için kendime bir takma ad bulmalıydım. Derginin birinde bu Çek ismine (Neruda) rastladım ve büyük bir edebiyatçının adı olduğunu bilmeden kendime seçtim"
Homeros’un Ilias ve Odysseia destanları her edebiyatseverin bir şekilde haberdar olduğu metinlerdir. Çünkü bu destanlar klasik edebiyatın başlangıç noktasıdır ve Batı edebiyatları için de temel teşkil ederler. Gelin Homeros’a ve bu destanların tarihine birlikte bakalım… 🔎
Ilias ve Odysseia, antikçağ kültürünü ve edebiyatını anlamak isteyen her araştırmacının, her edebiyatseverin aralayacağı ilk kapıdır. Ne de olsa bu destanların müellifi olarak bilinen kişi, yani Homeros, Platon’un Devlet’teki deyişiyle, “bütün Yunanistan’ı eğiten şair”dir.
Peki sözlü geleneğin bir ürünü olarak kabul edilen bu destanlar, ilk ne zaman söylenmiştir? Homeros’a gelinceye değin ne kadar kılık değiştirmiştir? Homeros’un bu destanlara katkısı ne olmuştur?
✍️Bir şair düşünün ki Eski Roma’nın mitolojik tarihini yazmış, eserleriyle Dante’den Ursula Le Guin’e kadar nice yazara, savaş karşıtlığı dâhil nice ideolojiye ilham vermiş olsun: Publius Vergilius Maro, kısaca Vergilius, MÖ 70 yılında bugün, Kuzey İtalya’nın bir köyünde doğdu.
“Gözyaşı her yerde.” Roma’nın iç savaş yüzünden, o zamanki tabiriyle ateşe ve kılıca teslim olduğu bir dönemde yaşayan Vergilius’un bu ifadesi, sadece kendi çağını ya da efsanevi Troia’nın, şiirinde aktardığı trajik düşüşünü değil, insanlık durumunu özetler adeta.
Antik biyografilerde, sessiz, içine kapanık hatta karamsar biri olarak tasvir edilir. Zayıf bünyesi nedeniyle ömür boyu sağlık sorunları yaşamıştır. Buna rağmen, dildeki ustalığı ve derin hayal gücü Vergilius’u şiirin merkezine, dünya edebiyatının zirvesine taşıyacaktır.
📌📝Bugün akademik çalışmalarımızı ve hayatımızı oldukça kolaylaştıran, verimli kılan Referans Yönetim Sistemlerinden bahsetmek istiyoruz. 🔎
Reference Management Systems (Referans Yönetim Sistemleri [RYS]), akademik çalışmalarda kullandığımız kaynakları/referansları bir merkezden etkin ve verimli bir şekilde yönetmek ve kullanmak üzere geliştirilmiş kullanışlı programlardır.
Bu sistemlerin en temel işlevi, akademik çalışmalarımızda kullanacağımız kaynakları bir veri tabanında atıf formatlarından (APA, Chicago, MLA, Harvard vb.) bağımsız bir şekilde kaydetmemize imkân tanımasıdır.
Romanları ile fırtınalar koparan, günümüzde de tartışılmaya devam eden Kemal Tahir ve romancılığı birçok çalışmanın konusu olduğu gibi belgesel, panel, sempozyum ve TV programlarının da konusu olmuştur. Bu çerçevede Kemal Tahir ile ilgili yapılan programlara birlikte bakalım. 🔎
10. ölüm yıl dönümünde TRT tarafından yapılan belgeselde Kemal Tahir, hayatı ve romanları ile ele alınır. Kemal Tahir biyografisine ilişkin önemli bilgilerin verildiği belgeselde Kemal Tahir’e ait ses kayıtları da kullanılmaktadır:
TRT’nin Kırk Ambar adlı programının 8. bölümünde konu Kemal Tahir’dir. Programda Baykan Sezer, Hulki Aktunç, Levent Köker, Mehmet Doğan, Halit Refiğ’in görüşlerine başvurulur. >>>