🔎Efsaneden millî kimlik inşasına:
Şahnâme ve Firdevsî (ö. 1020’den sonra)

(Minyatür: Sultan Mahmûd ve şair meclisi)
Fars edebiyatı denildiğinde akla gelen üç büyük şair: Hâfız-ı Şirâzî, Ömer Hayyam ve Firdevsî-i Tusî. Bu üç şairin büyüklüğü, sanatlarının kuvvetinden ziyade isimlerinin etrafında şekillenen fikir ve hayattandır.
Firdevsî’yi diğer şairlerden ayıran vasfı ise İran millî kimliğinin en önemli yapı taşlarından biri olan Şahnâme’nin müellifi oluşudur. Bugün bir İran milletinden söz ediliyorsa bunda en büyük pay şüphesiz ki ona aittir.
Farsların millî şair kabul ettikleri Firdevsî, 940 yılı civarında Tus’ta dünyaya gelir. Babası, çiftlik sahibi bir dihkandır. Şahnâme’yi yazdığı sırada, 37 yaşındaki oğlu vefat eder. Kaynaklarda ismi zikredilmeyen kızı ise tek varisidir.
Firdevsî, ismiyle özdeşleşecek eseri olan Şâhnâme’yi 980-990 yılları arasında yazmaya başlar. Şahnâme’sini kaleme alırken kendinden önce yazılmış eserlerden yararlandığı bilinmekle birlikte bu sürecin yaklaşık otuz yılı bulduğu söylenir.
Şairin istifade ettiği en önemli kaynak, Taberî Tarihi ve bu eserin -İran tarihiyle ilgili zeyillerini de içeren- Farsça tercümesi olan Târih-i Bel’âmî’dir. Ayrıca Müeyyed-i Belhî ile Dakîkî-i Tusî’nin şahnâmeleri de yararlanılan kaynaklar arasındadır.
Şahnâme, Farsların ilk hükümdar olarak kabul ettikleri Keyumers’ten Müslümaların Fars topraklarını fethettiği tarihe kadar olan dönemi konu alır. Eser kronolojik olarak Pişdâdîler, Keyânîler, Eşkânîler ve Sasanîler olmak üzere dört bölümden oluşur.
Pişdâdîler devri efsanelerden oluşurken, Keyânîler döneminde tarih, destan ve efsane iç içedir. Şahnâme’deki en kısa bölüm olan Eşkanîler’de sadece hükümdarların isim ve hakimiyet sürelerine yer verilir. Sasanîler devri ise tarihsel anlatımın en yoğun olduğu bölümdür.
Şahnâme’de destan, efsane, tarih, ahbar ve menkıbe bir aradadır. Ayrıca şair, anlatılan olaylar bağlamında nasihat ve hikemî düşüncelere de yer verir. Bu yönüyle Şahnâme, farklı metin katmanlarına sahiptir.
Bu katmanlara göre şairin Şahnâme’deki rolü de değişir. Firdevsî kimi zaman râvi kimi zaman bir destan söyleyicisi kimi zaman da bir müverrihtir. Bazen de nakledilen hadiseler etrafında hikemî görüşlerini ortaya koyan bir hakîm/filozoftur.
Şahnâme her ne kadar İran şahları destanı olsa da pehlivanların yani cesaret ve savaşçılıklarıyla kahramanlaşan isimlerin bu eserde önemli bir yeri vardır. Hatta bu eserin en önemli kahramanı, meşhur bir pehlivan ailesine mensup olan Zaloğlu Rüstem’dir.
Şahnâme’de hiçbir isim onun kadar yüceltilmez. Doğumundan ölümüne kadar hayatının bütün evreleri, efsanelerle örülüdür. Firdevsî, eserin bütünlüğünü bozmak pahasına, Rüstem’le ilgili rivayetleri eserine almaktan geri durmaz.
Keyhüsrev döneminin bu meşhur pehlivanı, İran-Turan savaşlarının merkezinde yer alır ve defalarca Efrâsiyab’a karşı galip gelir. O sadece insanları değil; fil, ejderha, devlerin yanı sıra hayalî varlıkları da mağlup eder.
Rüstem adeta bir savaş tanrısıdır ve ona, hiçbir ölümlünün kılıcından ecel ulaşmaz. Onu öldürmeye en çok yaklaşan ise kendi oğlu Sührâb’dır. Sührâb, Rüstem’in Semengân şahının kızı Tahmîne’den olan oğludur. Fakat baba ve oğul birbirlerini tanımamaktadır.
Sührâb, Turan ordusunun başında İranlılarla savaşmak üzere gelir. Cüsse ve güç olarak birbirlerinin dengi olan baba ve oğul er meydanına çıkar ve iki büyük pehlivanın dövüşü hayli çetin geçer. Sührâb, babasını birkaç kez toprağa serse de Rüstem hile yaparak ölmekten kurtulur.
Rüstem; mertlik, rakibini yere ilk düşürdüğünde öldürmek değil ona bir hak daha vermektir, pehlivanlığın töresi böyledir, der. Sührâb babasının hilesine aldanarak ona tekrar şans verir. Fakat Rüstem, fırsatını bulduğu ilk anda Sührâb’ı öldürür.
Firdevsî, insan eliyle öldürülmeyi Rüstem’e reva görmez. Ecel Rüstem’e, savaş meydanına kazılmış bir çukurun içindeki kılıçlarla gelir. Böylece onun bedenine saplanan kılıç, bir ölümlünün elinde değildir artık.
Rüstem, Şahnâme’de İranîliğin ideal prototipidir. Güç ve kuvvetiyle düşmanlarına boyun eğdirir. Kendinden güçlü birisi karşısında âciz kaldığında ise hileye başvurur. Çünkü aslolan kazanmaktır ve bunun nasıl olduğunun hiçbir önemi yoktur.
Firdevsî Şahnâme’sinde her şeyi İranîlik perspektifinden anlatır. Aslında bu eserde anlatılan olayların tamamı Pers kavimleriyle ilgili değildir. Buna rağmen o, her şeyi İran’a bağlama fikrinden asla vazgeçmez.
Bu bağlamda Turan da İran’ın bir parçasıdır. Şöyle ki Pişdâdî hükümdarlarından Ferîdun, ülkesini üç oğluna paylaştırır. Rum ülkesini Selm’e, Turan’ı Tûr’a, İran’ı ise Îrec’e verir. İran tahtı İrec’in soyundan gelenlerin hakkıdır. Afrasiyab bile soyunu Ferîdun’a dayandırır.
İnsanlığın ikinci atası olarak kabul edilen Nuh peygamber ve çocuklarıyla ilgili kıssanın farklı bir versiyonudur bu. “Bütün milletlerin soyu Nuh’un üç oğlu Ham, Sam ve Yafes’e dayanmaktadır” tezinin şekil değiştirmiş hâlidir.
Benzer şekilde Büyük İskender de aslen İranlıdır. İskender’in annesi Rum kayseri Feylakus’un kızı Nâhid, babası ise İran şâhı Darab’dır. Feylakus, barış gayesiyle kızı Nâhid’i Darab’la evlendirir. Fakat bir problem vardır:
Nâhid’in ağzından kötü bir koku yayılmaktadır. Hekimler zamanla buna bir çare bulsa da Darab’ın gönlü artık Nâhid’den soğumuştur. Eşinden boşanır ve onu ülkesine gönderir. Fakat Nâhîd, ülkesine döndüğü sırada İskender’e hamiledir.
İskender, Rum ülkesinde gözlerini dünyaya açar. Feylakus, çocuğun babasının kendisi olduğunu iddia eder. Fakat İranlılara göre İskender’in gerçek babası Darab’dır.
İskender gibi tarihe mâl olmuş bir ismin nesebiyle ilgili böyle akıl almaz bir uydurmayı Firdevsî’nin eserine alması şaşırtıcı gelebilir. Fakat bu uydurma, Pers kavimleri arasında anlatılan ve doğruluna inanılan bir hikâyedir.+
Şahnâme’de bunun gibi birçok hikâyeye yer verilir. Aslında bu kıssalar erken dönem İslam tarihlerinde de yer almaktadır. Rivayet yoluyla nakledilen bu kıssaların gerçekliği meselesi üzerinde ise neredeyse hiç durulmamıştır.
Meşhur tarihçilerden İbnülesir (ö. 1233), Fars bölgesinden rivayet edilen bu türden anlatılar için, “İranlılar yaratılış itibariyle mübalağalı bir tabiata sahip olduklarından; anlattıkları bu gibi hikâyeler, aslı olmayan hurafelerden başka bir şey değildir” der.
Firdevsî Şahnâme’siyle, kadim İran’a dair anlatıları tek bir kitapta toplamayı başarır. Eserin en önemli özelliklerinden birisi de budur. Firdevsî’den sonra hiçbir şair böylesi bir eser yazma teşebbüsünde bulunmaz.
Bugün genel algı, Firdevsî’nin Şahnâme’deki anlatıları, bizatihi kendisinin uğraşlarıyla ortaya çıkardığı yönündedir. Sanki bütün bu otuz yıl boyunca Acem’e dair bütün anlatıları toplamakla uğraşmış gibi gösterilir.
Bu bağlamda, “Besî renc burdem be-în sâl-i sî / Acem zinde kerdem bedîn Parsî” yani “Otuz yıl çok zahmet çektim ve Farsçayla Acem’i dirilttim” mealindeki beyti sık sık dillendirilir. Hatta bu beyit, Şahnâme hakkında konuşanların vazgeçilmez anekdotları arasında yer alır.
Her ne kadar bu beyit Firdevsî’ye ait olmasa da asırlar sonra, İran millî kimliğinin oluşumunda Şahnâme’nin diriltici bir role sahip olduğu hakikattir. XX. yüzyılın başlarında, efsâne ve destanlarla vücuda getirilmiş bu eser, büyük bir ideolojinin en önemli metni hâline gelir.
Şahnâme, asırlar içinde yazıldığı devrin eseri olmaktan uzaklaşır. En büyük kırılma noktalarından birini Safevîlerin zuhuru teşkil eder. Şahnâme bu dönemde, Safevî-Osmanlı ve Safevî-Özbek çekişmesinin de etkisiyle “kimlik şekillendiren” bir metne dönüşmeye başlar.
Hanedanın Türk olması ve askerî gücün Türkmen boylarına dayanması, Safeviler döneminde (1501-1736) İran(lı) kimliğinin şekillenmesini yavaş bir seyre zorlar. Nadir Şâh (1736-1747) ve sonrasında ise dönüşümün tedricî olarak arttığı söylenebilir.
Yine bir Türk hanedanı olan Kacarlar devrinde (1796-1925) ise Şahnâme’nin daha hızlı bir “dönüşüm” geçirdiği görülür. Bu dönüşümün hız kazanmasında, Avrupa’dan “nationalism” fikirlerinin yayılması ve oryantalizm çalışmalarının başlaması büyük ölçüde etkili olmuştur.
Şahnâme, XIX. asrın ilk yıllarında şarkiyat faaliyetlerinin bir kolu olarak başlayan İraniyat çalışmalarının ilgi odağı olmakta gecikmez. Batılıların nazarında İran, Şark’ın bir parçası olmanın dışında, kadîm Avrupa’nın eski bir dostu/rakibi olarak da cezbedicidir.
Şahnâme ilk kez Turner Macan tarafından, 4 cilt halinde 1829 yılında Kalküta’da neşredilir. İngiliz sömürgesi Hindistan’da yapılan bu neşri, M. Jules Mohl’un çalışması takip eder. Mohl, Şahnâme’yi Fransızca tercümesiyle birlikte 1838-1878 yıllarında arasında Paris’te yayınlar.
J. August Vullers ise önceki iki neşri esas alarak Şahnâme’yi yeniden yayınlamaya başlar. Vullers’in ölümüyle yarım kalan bu çalışma, diğer araştırmacılar tarafından tamamlanır. Şahnâme’nin bilimsel ilk neşri ise E. Eduardovic Bertels başkanlığındaki komisyon tarafından yapılır.
1960-1971 yılları arasında yürütülen bu çalışmayla Şahnâme, 9 cilt olarak Moskova’da neşredilir. İran’da ise önceki neşirlere dayalı Şahnâme’ler basılmakla birlikte, ilmi yönden en mükemmeli Celâl Hâlıkî Mutlak’ın yaklaşık otuz yıllık gayretleriyle ortaya çıkmıştır (1987-2008).
Şahnâme’nin bugünkü konumuna ulaşmasında şarkiyatçıların mühim bir rol oynadığı muhakkaktır. Ayrıca, Şahnâme’nin önemli nüshalarının çoğunun İran topraklarının dışında olduğunu hatırlamak gerekiyor. Avrupalılar XVIII. asırdan itibaren bu nüshaları toplamaya başlamışlardı.
Kısacası, Batılılarda Şahnâme ilgilisi birdenbire başlamamıştı. XIX. asırda giderek artan bu ilgi, metin neşirleriyle sınırlı kalmadı. Şahnâme, farklı disiplinler açısından birçok akademik çalışmanın konusu oldu. Tarih, filoloji, folklor ve din ön plâna çıkanlar arasındaydı.
İran ilim dünyası, uzun bir süre bu çalışmaları geriden takip etmek zorunda kaldı. Şarkiyatçıların eski İran’a dair filoloji ve arkeoloji çalışmalarına paralel olarak Şahnâme, İraniyat sahasındaki merkezî konumunu pekiştirdi.
Artık İran, tarihin karanlık dönemlerine ait bir “efsane” değildi. Fakat “İran”ın zuhuru, kaçınılmaz olarak beraberinde “Turan”ı da getirmişti. Birbirlerine göre tanımlanan ve anlam kazanan bu iki dünyanın, diğeri olmadan varlık bulması nasıl mümkün olabilirdi?
Öyle ya İran’ın bittiği yerde Turan, Turan’ın bittiği İran başlardı. Turan ideolojisi, İran kadar şanslı değildi. Şarkiyat faaliyetleri, “Turan”a hayat verme noktasında yetersiz kaldı. Ayrıca, Rusların bölgesel yayılmacılığı “Turan” ideolojisinin faaliyet sahasını daralttı.
İraniyat sahasındaki faaliyetler, 1925 yılında Kacarların tarihten silinmesi ve Şah Rıza Pehlevî’nin iktidara gelmesiyle farklı bir aşamaya geçti. Artık “İran ideolojisi” devletin resmî politikası hâline gelmişti. Encümen-i Âsâr-ı Millî, bu amaç doğrultusunda kuruldu.
İslâm’ın zuhurundan itibaren “Acem” ismiyle anılan toprakların “İran”laşmasının son safhalarına gelinmişti. İran ideolojisi için gerekli olan ne varsa kolaylıkla Şahnâme’den devşirilebiliyordu. Geriye sadece Şahnâme şairine duyulan hürmet ve şükranın anıtlaştırılması kalmıştı.
Encümen-i Âsâr-ı Millî Kurumu tarafından, Firdevsî’nin mezarı bulunarak türbesi inşa edildi. 1934 yılında ise şairin ölümünün 1000. yılı münasebetiyle dünyanın farklı ülkelerinden çok sayıda şarkiyatçının katıldığı büyük bir kongre düzenlendi.
Firdevsî artık müseccel bir millî şairdi. Şahnâme’siyle İran’a hayat vermekle kalmamış, hakkındaki menkıbelerle de millî gururu okşamaktaydı. Çünkü Firdevsî, yazdığı bu büyük esere hak ettiği değeri vermeyen Sultan Mahmud’a yani bir Türk hükümdarına da meydan okumuştu.
Nasıl olmuştu bu? Firdevsî ile Sultan Mahmud arasında neler yaşanmıştı? Bu konuda neler anlatılıyordu? Şöyle kısaca hatırlayalım:
1004 yılında Şahnâme’sinin ilk edisyonunu tamamlayan Firdevsî, bu eserini takdim edeceği isim arayışına girdiği ve yaşadığı bölgenin en büyük hükümdarı Sultan Mahmud’a sunmak istediği söylenir.
Bu takdim için sultanın kardeşi Nasr b. Sebüktegin ve veziri Fazl b. Ahmed-i İsferayanî’nin tavassutuna müracaat ettiği rivayet edilir. Fakat eserin ikinci edisyonunu tamamladığı 1014 yılında, vezirin ölmesi sebebiyle bu isteğinin yerine gelmediği anlatılır.
Şahnâme’deki Sultan Mahmûd hakkında söylenen medhiyeler, Firdevsî’nin bu eserini Gazneliler Devleti hükümdarına sunmak istediğini açıkça göstermektedir. Fakat sonrası meçhul. Bilinen tek gerçek ise şairin Sultan Mahmud’un iltifatına nail olamadığıdır.
Firdevsî’nin Sultan Mahmud’dan beklediği ilgiyi görmemesi, asırları aşan bir meseleye dönüşmüştür. Bugün bile halâ canlılığını koruyan bu meselenin aslı nedir? Bu mesele etrafındaki soruları tekrar hatırlayarak realiteler ışığında cevaplarının peşine düşelim:
Firdevsî’ye neden iltifat edilmemiştir? Şahnâme, Sultan Mahmud’un eline ulaşmamış mıdır? Eğer ulaştıysa eser beğenilmemiş midir? Yoksa böyle bir eser yazdığı için Firdevsî’ye öfkelenmiş midir? Klasik dönem müverrihlerinin bu tür bahislerde söylediği üzere, Allahu âlem...
Peki ya anlatılan onlarca hikâye?.. Firdevsî’nin eserini Sultan Mahmud’un isteği üzerine yazması, 60 bin dinar ihsanda bulunacağı vaadi, hasetçilerin araya girerek sultanı bu sözünden vazgeçirmesi...
Ödül olarak altın yerine gümüş verilmesi, Firdevsi’nin öfkelenerek bu gümüşleri hamamda dağıtıp şehri terk etmesi ve sultanın bir köle oğlu olduğu için asil davranmadığı yönündeki hicviyesi... Peki ya sultan ile Firdevsi arasında geçen konuşmalar?
Sultan Mahmud’un daha sonra Firdevsi’nin kıymetini anlayarak pişman olması ve vadettiği ödülü şehrine göndermesi ve daha bir yığın hikâye... Ayrıca anlatılan hikâyelerin çeşitli varyasyonlarıyla karmaşık bir hâl alması…
Kimileri, Firdevsî Mutezilî ve Şii olduğu için mutaassıp Sünnî olan Sultan Mahmud’dan iltifat görmedi hatta onun öfkesine neden oldu, der. Kimileri ise Şahnâme’deki Türkler aleyhindeki sözlerden sultanın rahatsızlık duyduğunu söyler.
Bütün bu anlatılanların kaynağı nedir? Gerçeklik payı var mıdır? Gerçeklik payı yoksa insanlar neden böyle hikâyeleri anlatsın? Öyle ya insanların durduk yere hayalî şeyler anlatmasının ne gibi bir manası olabilir?
Aslında bu hikâyeler, cevabı ısrarla aranan tek bir sorudan kaynaklanır: Nasıl olur da Gazneli Mahmud gibi şairlere değer verip onları daima taltif eden bir sultanın Firdevsî gibi büyük bir şairin Şahnâme gibi bir şaheserine hak ettiği değeri vermez?
Öncelikle ifade edelim ki yakın zamanlarda yayınlanan çalışmaların da gösterdiği üzere Firdevsî, Mutezilî değildir. Şiiliğine delil olarak gösterilen birkaç beyit ise eserinin başında dört halifeyi metheden şairin Şii olduğu iddiası için hayli zayıftır.
Türkler aleyhinde olduğu söylenen ifadeler ise dönemin hemen bütün tarih kitaplarında görülmektedir ve Sultan Mahmud’un bu meseleye günümüzün realitelerine göre bakmadığı muhakkaktır.
Şii-Sünnî, Türk-Fars zıtlığı Sultan Mahmud ile Firdevsî arasındaki “çatışma”yı izah için oldukça pratik bir aparattır ve bugün için de hayli kullanışlıdır. Fakat bunun için bazı “ön kabul”leri hakikat olarak görmek gerekir.
Öncelikle, menkıbelerde anlatıldığı üzere Sultan Mahmûd’un dönemindeki bütün şairleri himaye ettiğini; sonrasında ise Şahnâme’sinin yazıldığı dönemde şaheser olarak değerlendirildiğini kabul etmek gerekir.
Sultan Mahmud şairlere değer vermekle birlikte, bu iltifatın sarayındaki dar bir kadroya mahsus olduğunu unutmamak gerekir. Şairler, şiirdeki ustalıklarından ziyade sultana yakınlıklarına göre itibar görür.
Dolayısıyla Sultan Mahmud’un mukarrepleri arasında yer almayan Firdevsî’nin eserine ilgi göstermemesi, bugün için şaşırtıcı gelebilir fakat döneminin realitelerine göre oldukça tabiîdir.
Şahnâme’nin sultanın eline ulaşıp ulaşmadığı bilinmiyor. Ulaşmış olduğu kabul edilse bile nazar-ı itibara alınmamak ya da küçük bir ihsanla savuşturulmak gibi bir gerçeği göz ardı etmemek gerekir.
Eserin sultana ulaşıp dikkate alındığını kabul ettiğimizde ise beğenilmemiş olma ihtimali ortaya çıkmaktadır. Şahnâme niçin beğenilmesin? Bugün için makul görünmese de Şahnâme döneminde, edebî değeri ve muhtevası yönüyle beğenilmeyebilirdi.
Bugün Şahnâme’nin en az tartışılan yönü edebî değeridir. Hatta bu konu, İranlılar için zımnen bir “kırmızı çizgi”dir. Fakat dönemin edebî zevk ve anlayışı dikkate alındığında, Şahnâme’nin beğenilmemiş olması ihtimali göz ardı edilemez.
Bugün Şahnâme’yi salt bir edebî metin olarak görmek, hatalıdır elbette. Bir ideolojiye hayat veren Şahnâme’nin aynı ideoloji tarafından bambaşka bir konuma yerleştirildiği de gözlerden uzak tutulamaz.
Şahnâme; dil, tarih, destan, folklor, inanç başta olmak üzere birçok yönden kadim İran’a ışık tutması yönüyle de çok önemli bir metindir. İlgili çalışma alanları için de kıymetine paha biçilemez.
Fakat Sultan Mahmud’un “beğenmeyeceği” Şahnâme’nin bugünün değil yazıldığı dönemin eseri olduğu da unutulmamalıdır. Zamanın Şahnâme’ye kazandırdığı değerlerin çoğu, dönemi için pek bir şey ifade etmemektedir.
Şahnâme’nin “sâfî” Farsça ile yazılması ve arkaik kelimeleri barındırması, filolojik açıdan bu eseri çok çok kıymetli kılabilir. Öyledir de... Fakat eserin bu özelliğinin kendi döneminde bir “değer” olduğunu söylemek neredeyse imkânsızdır.
Eğer böyle bir dil tercihi döneminde makbul olsaydı, diğer şairlerin de buna rağbet göstermesi beklenirdi. Fakat ne döneminde ne de sonra böyle bir tavrı benimseyen çıkmadı. Esasen şairin dil tercihi, eserin okuyucu kitlesiyle ilgiliydi.
Şahnâme’nin asıl okuyucusu, edebî zevki destan ve efsanelerle şekillenen geniş halk kitlesidir. Bu yönüyle Firdevsî, şairlik kabiliyetiyle, destan ve efsane nitelikli bir anlatıya sınıf atlattırmıştır.
Şahnâme’nin bazı bölümleri, Firdevsî’nin iyi bir şair olduğu hususunda şüpheye yer bırakmaz. Fakat tekrar ve klişe ifadelerin çokluğu, kırılamayan yeknesaklık bu eserin en büyük zaaflarıdır.
Şunu da ifade etmek gerekir ki yaklaşık 50 bin beyitlik bir mesnevide bu zaafları aşmak hiç de kolay değildir. Böylesine hacimli bir eserde, edebî “kalite”yi belli bir seviyenin üstünde tutmak bir şairin gücünü fazlasıyla aşar.
Firdevsî, bir “selef/öncü” şair olarak halefleri tarafından genellikle hürmetle yad edildi. Fakat Şahnâme’nin, tarihî anlatılar gibi çok dar bir sahada etkili olduğu gerçeği de ortadadır. Bazı şairler ise bu eseri, neredeyse bir “koca karı masalı” seviyesinde görerek tahfif etti.
Bütün bu realiteler, Şahnâme’nin yazıldığı dönemde beğeniye mazhar olacağı “ön kabulü”nün geçerliliğini ortadan kaldırıyor. Elbette bu hususta söylenenler, bir “faraziye”nin imkânlarının yoklanmasından ibarettir.
Şahnâme muhtevası itibariyle de beğenilmeyebilirdi. Menkıbelerde de geçtiği üzere Şahnâme’ye döneminde yöneltilebilecek en büyük eleştiri, “Mecûsî âyinini/geleneğini diriltmek” ithamıdır.
Eski İran’a ait destan ve efsanelerin yüceltilerek anlatılması, döneminde böyle bir itham için yeterli sebeptir. Mecûsî âyinini diriltmek töhmeti -bilhassa Moğol istilasına kadar- şairlerin tepesinde Demokles’in kılıcı gibi sallanır.
Şahnâme, muhtevası itibariyle tam anlamıyla böyle bir ithamın hedefindedir. Bilhassa İslam’ın zuhurundan sonraki olayların anlatıldığı kısımlar, Firdevsî’nin okları üzerine çekmesi için kâfi gelir.
Bu meselenin o dönemlerde ne kadar hassas olduğunu görmek için, Nizâmî-i Gencevî’nin (ö. 1209) Hüsrev ü Şîrîn mesnevisine bakmak yeterlidir. Nizamî eserinin girişinde, bu eseri yazma sürecinde bir arkadaşıyla arasında geçen konuşmaya yer verir.
Dostu, Hazret-i Muhammed’in İslâm’a davet mektubunu yırtan ve küstahça sözler söyleyen Hüsrev-i Perviz’in hikâyesini yazmayı “murdar kemiğe tevessül etmek” ve “Mecusîlerin âyinini ihya etmek” olarak görür.
Nizâmî, böyle bir eser yazmakla neyi amaçladığını söyleyerek dostunu teskin eder. Bununla da yetinmez eserinin son bölümlerinde Sasani şahı Hüsrev-i Perviz hakkındaki kanaatini dile getirir:
Hüsrev, “hidayetten nasibi olmadığından, kendisi için kurtuluş vesilesi olacak mektupta Hz. Muhammed’in ismini görünce suyu gören kuduz bir köpek gibi kudurmuştur.” Bu sözler, şairin “Mecûsî âyini”ni diriltmek ya da yüceltmek gibi bir amacı olmadığının zımnen ifadesidir.
Bu zaviyeden bakıldığında Şahnâme’nin böyle bir ithama maruz kaldığı dolayısıyla da Sultan Mahmud tarafından hiç hoş karşılanmadığı söylenebilir. Fakat böyle bir töhmetin beraberinde bir cezayı da getirebileceği göz ardı edilmemelidir.
Şahnâme’nin niçin iltifata mazhar olmadığı sadedindeki bu değerlendirmeler, faraziyeler bağlamında ihtimallerin sorgulanmasından ibarettir. Nihâî olarak bu eserin Sultan Mahmud’dan iltifat görmemesinin sebebi, bizim için halâ meçhuldür.
Ortadaki yalın gerçek, bir şairin ömrünün en velut yıllarını feda ederek kaleme aldığı eserinin yaşadığı dönemde hak ettiği değerini bulmadığıdır. Bu, bir şairin yaşayacağı en büyük dramlardandır.
Firdevsî hakkında anlatılan menkıbeler, bir nevi “yalın gerçek”i kabullenemeyiştir. Aynı zamanda bu hikâyeler, bir “iade-i itibar” ya da “ihkâk-ı hak/hakkın teslimi” olarak da görülebilir.
Anlatılanların gerçekle münasebetine değil de hikmetine dikkat kesilen eslâf, menkıbelerin “büyü”sünü bozmadı. Hatta olduğu gibi kabul ederek zamanın realiteleriyle örtüştürmeyi de ihmal etmedi.
Çünkü menkıbelerin efsun ve hayallerle yeşeren vahasına göre “gerçek”, çorak ve çıplak bir bozkırdan başka bir şey değildi...
Firdevsî, Şehname ve İran kimliği paylaşımını Dr. İsa AKPINAR arkadaşımız hazırladı.

Çok teşekkür ediyoruz.

Dr. İsa AKPINAR’ın bu vadide hazırladığı paylaşımlarla sayfamıza katkısı sürecek.

• • •

Missing some Tweet in this thread? You can try to force a refresh
 

Keep Current with İstanbul Sosyoloji

İstanbul Sosyoloji Profile picture

Stay in touch and get notified when new unrolls are available from this author!

Read all threads

This Thread may be Removed Anytime!

PDF

Twitter may remove this content at anytime! Save it as PDF for later use!

Try unrolling a thread yourself!

how to unroll video
  1. Follow @ThreadReaderApp to mention us!

  2. From a Twitter thread mention us with a keyword "unroll"
@threadreaderapp unroll

Practice here first or read more on our help page!

More from @iuefsosyoloji

4 Jan
Bilimsel gelişmeleri takip etmenin önemini anlamaya dair kıymetli bir örnek olan ve kendi röntgen cihazını kurarak Türkiye’de tıbbi anlamda X-ışınlarını ilk defa kullanan radyolojinin öncü ismi Dr. Esad Feyzi’yi (1874-1901) birlikte tanıyalım... 🔎
Esad Feyzi 1874 yılında Gemlik’te doğdu. Babası Üsküdarlı Kolağası Feyzi Ağa’dır. Davutpaşa Askeri Rüştiyesi’nde eğitimini tamamladıktan sonra Tıbbiye İdadisi’ne devam etmiştir. İdadiden mezun olduktan sonra ise Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye-i Şahane’ye girmiştir.
Özellikle fizik olmak üzere fen derslerine ilgili çalışkan bir öğrenci olan Feyzi, bu ilgisini laboratuvarda çalışmalar yaparak sürdürmektedir. Ayrıca bu ilgi Esad Feyzi’yi üretkenliğe de yönlendirmiştir.
Read 38 tweets
1 Jan
Bilim ve teknolojinin dünyasında yeni bilgiler salt bilimsel meraktan mı doğar?
Bilim insanlarının ürettiği bilgiler objektif ve evrensel mi?
Bilim ve teknolojinin gelişimi ile ilgili ön kabulleri sorgulayan bilim sosyoloğu Bruno Latour’u gelin birlikte yakından tanıyalım. 🔎 ImageImage
Savaşta topraklarının bir bölümünü Almanya’ya kaptıran Fransa’nın, Hitler travmasından yeni uyandığı yıllardır. Nazilerle iş birliği yapan Vichy rejimi gitmiş, yerine Charles De Guella liderliğindeki Özgür Fransa Kuvvetlerinin duruma vaziyet etmesiyle 4. Cumhuriyet gelmiştir. ImageImage
Bruno Latour, 1947’nin bu çalkantılı Fransa'sında üzüm bağları ile ünlü Burgonya (Burgundy) bölgesinde şarap üretiminin başkenti sayılan Beaune kasabasında köklü bir ailenin sekizinci ve son çocuğu olarak dünyaya gelir. ImageImage
Read 64 tweets
21 Dec 20
Uzun bir uyku döneminden sonra, 1980’lerin ortalarında yeniden yükselişe geçen ekonomi sosyolojisi sosyal teorinin gündemini meşgul eden pek çok probleme farklı bakış açıları sunuyor. “Ağ Analizi” da bunlardan birisi… 🔗🔎 Image
Sosyal ağlar, kurumlar, güç ilişkileri, firma ve organizasyonlar ekonomi sosyolojisinin gündemini işgal eden tartışmalardan... Sosyal ilişkilerin ekonomik hayatı nasıl etkilediği, bunların eylem ve mübadeleye etkisi ekonomi sosyolojisi içinde güçlü bir akım oluşturmuş durumda.
(Neo)liberalizmin yükselişiyle, uzun bir aradan sonra yeniden iktisadi olgulara yönelen sosyoloji, Amerikan akademisindeki bu serüvene sosyolojik geleneği ziyaretle başladı: 1980’lerde yapılsalcı teori bu kez piyasayı anlamak için sahneye çıktı.
Read 26 tweets
18 Dec 20
Gökyüzüne yükselen Güzel Remedios, uykusuzluk hastalığına yakalanan Macondo halkı, asla gelmeyecek bir mektubu bekleyen Albay, ölüm döşeğinde Simon Bolivar...

Gabriel García Márquez'in (6 Mart 1927-17 Nisan 2014) "büyülü" ama bir o kadar da "gerçek" dünyasına hoşgeldiniz!🧙‍♂️🎈
García Márquez, 1927 yılında Kolombiya'nın kuzeyinde United Fruit Company’nin inşa ettiği Aracataca kasabasında telgraf operatörü Gabriel Eligio García ile Luisa Santiaga Márquez'in ilk çocukları olarak dünyaya gelir.
Sekiz yaşına kadar eski bir albay olan büyükbabası Nicolás Márquez ve büyükannesi Tranquilina Iguarán ile birlikte yaşayan García Márquez, büyükannesinin büyük bir ciddiyetle anlattığı olağanüstü öykülerden ve dedesinin ona öğrettiği somut ve tarihsel olaylardan çok etkilenir.
Read 47 tweets
11 Dec 20
Bir sosyolog düşünün, kitabına Bob Dylan bir şarkısında selam çaksın ve ölümünün ardından New York Times “Son Sosyolog” başlığı atsın. Sosyolojiyi sadece günü anlamak için değil, onu değiştirmek için de fırsat gören, “Yalnız Kalabalık”ın yazarı David Riesman’ı yakından tanıyalım.
David Riesman, Alman-Yahudi kökenli bir ailenin oğlu olarak 22 Eylül 1909’da Philadelphia’da dünyaya gelir. Baba David Pennsylvania Üniversitesi’nde tıp profesörü aydın bir göçmen ve anne Eleanor yoğun entelektüel ilgileri olan yüksek okul mezunu biridir.
Dul annesiyle birlikte Ohio’ya göç eden baba Riesman, klinik tabip olarak başladığı kariyerine tıp tarihi profesörü olarak devam eder. “On Sekizinci Yüzyılda İrlandalı Hekimler” başlıklı bir çalışmanın sahibidir. Anadili Almanca yanında Latince, Yunanca ve Fransızcaya hakimdir.
Read 83 tweets
6 Dec 20
Neoliberalizm’in korkutucu etiketiyle kötülüğün temeli görülen ama devletin ekonomik hayattaki rolüne dair önemli cevaplar veren bir ekol olan Şikago Ekonomi Okuluna, öncü isimlerine ve onların ekonomik regülasyon teorisine katkılarına birlikte bakalım. 📊🔎
Merkantilist dönemin tüccar-devlet ilişkilerine yoğun eleştirilerle kaynakların paylaşımında devletin rolünü minimize etmeye çalışan liberal teori; rekabet, kar güdüsü ve insanların çıkarlarına dayalı etkinliğin bir görünmez el gibi piyasayı düzenleyeceğini ifade etti.
Büyük Buhran, piyasanın her zaman çıkarların dengelendiği ve maksimum toplumsal faydanın sağlandığı bir ortam olmadığını gösterdi. Bunu kabullenen Keynes, serbest piyasayı ideal düzen kabul etmekle devletin ekonomik müdahalelerle aksaklıkları gidermesi gerektiğini söylemişti.
Read 33 tweets

Did Thread Reader help you today?

Support us! We are indie developers!


This site is made by just two indie developers on a laptop doing marketing, support and development! Read more about the story.

Become a Premium Member ($3/month or $30/year) and get exclusive features!

Become Premium

Too expensive? Make a small donation by buying us coffee ($5) or help with server cost ($10)

Donate via Paypal Become our Patreon

Thank you for your support!

Follow Us on Twitter!