1949 yılı, Salzburg. Thomas’ın ciddi solunum yolları rahatsızlıkları var. Bir türlü iyileşemiyor. Ocak ayında acilen bir hastaneye kaldırılıyor. “Ölecek” deniyor; çocuk ve ergenlerin bulunduğu bir yatakhaneye yerleştiriliyor.
Ölümü bekleyen, sürekli kan kusup öksürüklere boğulan yetişkinlerle, çocukların koğuşu arasında yalnızca demir parmaklıklar var. Yakalandıkları ölümcül hastalıktan kurtulma ümidi besleyen çocukları ve hiçbir ümidi kalmamış hastaları demir parmaklıklar ardından seyrediyor.
1951’in Ocak ayına kadar ara sıra taburcu edilse de iki yıl boyunca bir hastaneden diğerine sevk ediliyor. Kaldığı hastanelerden biri de Grafenhof’ta. Bernhard için burası “korku” kelimesiyle eş anlamlı. Kaldığı tüm hastaneleri “insan hiçleştirme makinesi” diye tanımlıyor.
11 Şubat 1949 yılında, yani kendisi hastaneye yatırıldıktan kısa bir süre sonra hayatındaki en önemli insanı, Johannes Freumbichler’i kaybeder. Anne tarafından dedesi olan Freumbichler, Bernhard için ‘hayatının insanı’ konumundadır.
Babası Thomas’ı hiçbir zaman kabul etmez. Annesi ise onu hep ihmal eder.
Thomas, sanat ve edebiyatı onun eğitimiyle yakından ilgilenen dedesinden öğrenir.
Bernhard’ın dedesi Johannes Freumbichler başarısız sayılabilecek, yerel bir yazardır.
O, piyasada tutunamamış, yalnızca civar kasabaların edebiyat günlerine katılanların tanıdığı vasat bir sanatçıdır.
Böyle birinin teşvikiyle büyüyen Thomas Bernhard, Dünya Edebiyatına ait bir yazar olur. Eserleri elliden fazla dile tercüme edilir, tiyatro eserleri Güney Amerika’dan Çin’e kadar birçok ülkede sahnelenir.
“Nefes. Bir Karar” isimli eserinde Bernhard hastane serüvenini şöyle anlatır:
“Dünyada sevdiğim tek insan, (…) pencerenin önünden geçiyordu. Bu gezintinin onu nereye götürdüğünü bilmiyordum ama o gider gitmez yoğun bir üzüntü ve karamsarlık hissettim.”
“O akşam ilk kez tanıdık bir yüzü, büyükbabamı gördüm. Yanımdaki sandalyeye oturmuş elimi tutuyordu. Artık durumun iyiye gideceğinden emindim.” (Nefes, s.14, çev. S. Duru)
Artık Bernhard için tutunduğu tek insanî bağın koptuğu, sarsıcı, incitici bir ayrılık vaktidir.
11 Şubat 1949.
Bernhard sıkı sıkıya bağlı olduğu dedesi Johannes Freumbichler’i (böbrek yetmezliğinden) kaybeder.
Haberi, durumu zaten ağır olan Thomas’a bildirmezler.
O, dedesinin öldüğünü yerel bir gazete köşesinde “Freumbichler’in Anısına” yazısını görünce anlar.
Nefes’in girizgahı Pascal’dan bir alıntıdır:
“İnsanlar ölümün, çaresizliğin ve belirsizliğin çözümünü bulamadıklarından, mutlu olabilmek için bunlar hakkında düşünmemeye karar vermişlerdir.”
(Çev. S. Duru)
Pascal’ın ‘ölüm, keder ve hastalık’ mottosu Bernhard’ın otobiyografik eserlerindeki ana konuların özeti gibidir. Onun otobiyografik eserleri başta olmak üzere tüm eserleri bu üç konu ekseninde dolanır.
Der Atem. Eine Entscheidung / Nefes. Bir Karar 1978 yılında yayınlanır.
Nefes, otobiyografik eserlerden oluşan beşlemenin üçüncüsü. Kaybettiğini düşündüğü direnme gücünü ölüm döşeğine yatırıldığı Grafenhof’ta bulduğunu söyler:
“Ölümü seçmek kolaydı. Yaşamı seçmenin avantajı ise karar mercii olmaktı. Hiçbir şeyi kaybetmedim, her şeyi elimde tuttum. Ne zaman bir şeylere devam etmek istesem aklıma bunu getiririm.”
Ölüme karşı tek başına bir zafer kazandığını söyler.
(Nefes, s. 14, çev. S. Duru)
Thomas, dedesi öldükten sonra annesiyle yeniden yakınlaşır. O zamana kadar Bernhard’ın hayatında annesi yok gibidir.
Thomas, Herta Bernhard ve Alois Zuckerstätter arasındaki evlilik dışı bir ilişkiden 9 Şubat 1931’de doğmuştur.
Babası durumu o kadar kabul etmez ki Herta doğum için Hollanda’ya gider ve Thomas Heerlen, Hollanda’da dünyaya gelir. Annesi Thomas’a bakmaz, Roterdam’da bir balıkçı barınağında yaşayan kadına bırakır Thomas’ı. Haftada bir ziyaret eder sadece.
Bir yaşına girmesine kısa bir müddet kala Herta, Thomas’ı Viyana’ya dedesinin yanına götürür ve yine ortalıktan kaybolur. Dedesi Bernhard’a bakar fakat maddi güçlüğe düştüklerinde doğduğu yere yakın bir kasaba olan Seekirchen am Wallersee’ye gitmeye karar verir.
Herta 1936 yılında Emil Fabjan’la evlenir, Salzburg’a yakın mesafedeki Traunstein’a yerleşirler. Thomas’ı da yanlarına alırlar. Ne var ki Thomas 1941 yılında aileye yakın bir pedagogun tavsiyesiyle yetiştirme yurduna gönderilir.
Aile Salzburg’a çok yakın Saalfelden kasabasını Almanya’daki Saalfeld kasabasıyla karıştırır. Thomas bir anda kendini ailesinden çok uzakta, nasyonal-sosyalist ideolojinin bir yetiştirme yurdunda bulur. Bu süreçte yaşadıkları otobiyografik eserlerinin temelini oluşturur.
1943 yılında dedesi yeniden sahneye çıkar ve Thomas’ı en azından kendisine yakın bir yerdeki yurda yerleştirir. Bu süreçte dedesi eğitimiyle mümkün mertebe yakından ilgilenir. Müzik dersleri almasına yardımcı olur.
Thomas’ın annesiyle irtibatı tekrar kesilir. Dedesinin 1949 yılında ölümüyle ancak gün yüzüne çıkan annesi kendisinin de verem olduğunu söyler Bernhard’a. Kısa bir süre sonra annesi de ölür. (1950)
Thomas’ı hiç görmeyen babası 1940 yılında Berlin’de gaz zehirlenmesinden ölmüştür. Bernhard bunun intihar olduğunu düşünür hep.
Annesinin anlatmasına göre Thomas, babasına çok benzer. Zuckerstätter’e ait elindeki tek fotoğrafı annesinin yok ettiği söylenir. Bernhard’ın babasının adının anılmasına dahi müsaade etmediği anlatılır.
Dedesi ve annesinin vefatları üzerine hastanede bir başına kalan Thomas, Hedwig Stavianicek’le tanışır. Hedwig, tutunacak dalı kalmayan Thomas’a çınar olur. Thomas henüz 19 yaşındadır; Hedwig, Bernhard’dan 37 yaş büyüktür.
Yaş farkından kaynaklanan garip durumun farkındadır Bernhard; Hedwig’ten teyze diye bahsederek latife eder. “En yakın hissettiğim insansın, başka nasıl söyleyebilirim? Annem belki? Evet! Değil mi?”
1957 yılında Hedwig Viyana’da üç odalı bir ev alır; genç Thomas da Hedwig’le birlikte bu eve çıkar. Viyana’da hatırı sayılır bir çevresi olan Hedwig, Bernhard’ın buradaki edebiyat camiasına girmesine vesile olur.
“35 yıl süren bir ilişkiydi bu. Değer verdiğim her şeyde bir payı olan insandı, her şeyi öğrendiğim kişiydi. Her nerede olursam olayım, ne zaman yalnız hissetsem bu insanın beni hep koruduğunu, desteklediğini, evirip çevirdiğini biliyorum.”
Bernhard’ın ifadesiyle Hedwig, onun hayatına disiplin getirmişti. Yazabilmesi için gereken her şeyi sağlıyordu. Bernhard yazdıkça Hedwig mutlu oluyordu. Bu garipsenen ilişki Hedwig’in vefatına kadar sürdü. Hedwig ölüm döşeğindeyken Bernhard yanındaydı.
Bernhard, hastaneden taburcu olduktan sonra Carl Zuckmayr’ın desteğiyle gazeteciliğe başlar. Yazdığı makaleler ses getirir, sert eleştirilerinden dolayı Bernhard’a davalar açılır. 1961 yılında ilk şiir kitabı Frost’u (Don) Otto Müller Yayınevine gönderir, reddedilir.
Bu kitapta bulunan 140 şiir hâlâ yayınlanmamıştır. Şiir kitabına verdiği ismi ilk romanında kullanır, 1963’te Frost (Don) yayınlanır. Bernhard kısa sürede edebi bir başarı sağlar, gazeteciliği bırakır ve ölene kadar eserleriyle geçinir.
Hayatı boyunca kısık nefeslidir Bernhard. Eserleri derince alınmış bir nefesle yazılmış gibidir. Genellikle tek bir paragraftan oluşur. Sık tekrarlarla bezelidir. Çok uzun cümleler kurar; yan cümlelerle meramını uzatır da uzatır.
Thomas Bernhard’ın hemen her eserinde ağır hastalıkları olan karakterler vardır. Avusturya tiyatro camiasında kriz yaratan eseri Kahramanlar Meydanı’ndaki ağır kalp hastası, değneksiz yürüyemeyen Robert Schuster bunlardan sadece biridir.
4 Kasım 1988, Viyana. Saray Tiyatrosu’nun açılışının yüzüncü yıldönümü. Avusturya’nın Nazi Almanyası tarafından ilhakının ise ellinci yılı. Eserin adı Hitler’in 15 Mart 1938 tarihinde yüzbinlerce Avusturyalıya hitap ettiği meydana göndermedir: Heldenplatz*
(*Kahramanlar Meydanı)
Saray Tiyatrosunda hummalı bir kalabalık var; kimisi sahnelenecek oyunu görmeye, kimisi protesto etmeye gelmiş. Oyunun sahnelendiği neredeyse üç buçuk saat boyunca seyircilerin çıtı çıkmıyor.
Bernhard da sağlık sorunlarının artmış olmasına rağmen uzun bir süre sonra eserlerinden birinin lansmanına katılır. Oyun bittikten sonra oyuncular ve yönetmen Claus Peymann’la sahneye çıkar Bernhard.
Seyirciler arasında bulunan aşırı sağcı öğrenci gruplarından birini örgütleyen Heinz-Christian Strache’dir. Strache, 2019 yılında partiden ihraç edilene kadar Avusturya’nın sağ partilerinden FPÖ’nün genel başkanıydı.
2015 yılında yüzde otuz oy alarak parti tarihinde büyük bir başarı sağlamış olur Strache. Irkçı sağ partiyi ülkede ikinci parti konumuna getirmiştir. Her 30-40 yılda bir ülkedeki ırkçı söylem gün yüzüne çıkar gibidir. Bernhard’ın itirazı da bunadır.
Kurt Waldheim 1971 yılında Avusturya Cumhurbaşkanlığına aday olur; seçimi kaybeder. 1986 yılında tekrar adaylığına koyan Waldheim bu sefer Cumhurbaşkanı seçilir. Thomas Bernhard’ için bardağı taşıran son damla olur bu: Avusturya geçmişinden ders alamayanların ülkesidir.
Waldheim 1938 yılında Nazi Partisinin NSDStB diye bilinen öğrenci birliğine kayıtlı olan biridir. Kısa bir süre sonra ise Hitler’in partisiyle ortak eylemler yapan milis gruplardan Sturmabteilung’a katılmıştır.
Kurt Waldheim Avusturya’da cumhurbaşkanı seçilmeden önce 1972-1981 yılları arasında Sovyetlerin desteğiyle Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliği de yapar.
Waldheim’in cumhurbaşkanı seçilmesi Bernhard’a göre Avusturya’nın yakın tarihindeki Nazi tecrübesine rağmen nasyonal-sosyalizmin hâlâ canlı olduğunun delilidir. Bunun üzerine Thomas Bernhard Heldenplatz’ı yazar.
Avusturya’nın henüz elli yıl öncesinde yaşananlara rağmen geçmişini inkâr edenlerle dolu olduğunu söyler. Antisemitizm elli yıl öncesine kıyasla daha az değildir. Daha önceki eserlerinde Graz’ı “Nazi yuvası” diye tanımlar.
Heldenplatz’ın ana karakteri Yahudi Profesör Josef Schuster. Schuster sahnede hiç görünmez; fakat üç perde boyunca karısı Hedwig Schuster, çocukları, kardeşi Robert Profesört Josef’ten bahseder.
Schuster ailesi, Kahramanlar Meydanına bakan bir dairede yaşar. Josef ve Hedwig meydanda hâlâ Hitler’in ve destekçilerinin coşkulu seslerinin yankılandığı sanrılar geçirir. Müzik sevdasıyla geldikleri Viyana’dan artık Oxford’a taşınma vaktinin geldiğine karar verirler.
Josef’in sanrıları o derece artar ki tüm eşyalarını topladıkları halde seyahatten birkaç gün önce “hiçbir şeyin elli yıl öncesinden daha iyi olmadığına ve elli yıl öncesine kıyasla şu an daha fazla Nazi’nin sokaklarda dolaştığına” karar kılar ve pencereyi açıp intihar eder.
Vefat öncesi edebi göç. Bu tanım Thomas Bernhard’a ait. Bernhard’ın sağlık durumu Heldenplatz’tan sonra çok daha kötüye gider…
Artık yazamıyordu. Fakat ağır sağlık sorunlarına rağmen 10 Şubat 1989 yılında notere gitti:
“Yaşadığım süre zarfında şahsım tarafından yayınlanan eserler ve benden arda kalacak olanlar, Avusturya devletinin telif hakları kanunun el verdiği süre zarfında herhangi bir formda sahnelenemeyecek, basılamayacaktır. (…)
“(…) Avusturya devletiyle herhangi bir bağımın kalmasını istemiyorum. Gelecek yıllarda Avusturya devletinin bana ve eserlerime herhangi bir formda yaklaşmasını da kabul etmiyorum.”
2059 yılına kadar sürecek bir yayın yasağı koyar kendine Bernhard. Avusturya’yı kendinden mahrum etmek ister. Bir nevi intikam. Çocukluğu Nazilerin yönetimdeki yurtlarda geçer, gençliği hiç de farklı olmayan zihniyetle yönetilen hastanelerde.
Bernhard hep öfkelidir.
Bernhard’ın koyduğu bu yasağı ölümünden sonra üvey kardeşi ve son demlerine dek doktoru olan Peter Fabjan ustalıkla deler. Fabjan, Bernhard adına bir dernek kurar. Çünkü vasiyetname şahısları bağlar ama dernek böylesi bir engelden muaftır.
Thomas Bernhard aslında kendi okuyuşuna karşıdır hep. Kendi deyimiyle abartı ustasıdır. Heldenplatz’da intihar eden profesör de kendisine böyle der. Dili çok güçlüdür, hatta şiddetlidir. Bernhard’ın karakterleri mükemmeliyetçidir ama kendilerinden bekleneni bir türlü yapamazlar.
Edebiyat alanında alınabilecek prestijli ödüllerin hepsini almıştı Bernhard. Ödüllerim isimli eserinde bahsettiği gibi ve Bernhard’ı biraz olsun bilenlerin de tahmin edebileceği üzere ona verilen ödüllerin hiçbirinin manevi değeri bile yoktu.
Bernhard’a göre ödülleri veren jüri üyelerinden hiçbiri söz hakkı verildikleri alanda ehliyet sahibi değildi. Bu yüzden Bernhard ödülleri sırf para için kabul ettiğini açıkça söyler. Ödülleri beraberinde gelen paradan ayrı düşünmeye tahammül edemediğini anlatır.
Bernhard ilk romanından gelen ödülle Ohlsdorf’ta 14. yüzyıldan kalma yıkılmak üzere olan büyükçe bir bağ evi satın alır ve ölene dek (Viyana’da, seyahatte olmadığı vakitlerde) bu evde yaşar.
Bernhard daha sonra iki ev daha satın alır.
Avusturya’dan tiksinen, her zerresiyle yalnız, geleceğe dair umudun kırıntısına bile sahip olmayan Bernhard’ın, geçmişini bir nevi yeniden inşa etme çabasına girdiği söylenir.
Restore edip yerleştiği eve telefon bağlatmaz. Ziyaretçi kabul ettiği çok nadirdir. Kendisine gelen mektupların çok azına cevap verir ki eserleri elliden fazla dile tercüme edilen Bernhard’a birçok tercüman mektup yazar. Hiçbiri Bernhard’ın umurunda değildir.
Bernhard’ın lisedeki sınıf arkadaşı Rudi Krausmann anlatıyor:
“Bernhard’a bir gün Viyana’da rastladım. (…) Tramvay kullanmazdı. Parası yoktu ama tramvay kullanmaması bununla ilgili değildi. Herhangi bir Viyanalıyla aynı vagonda olmaya bile tahammül edemem.’ diyordu.”
Thomas Bernhard’ın mizahi bir öfkesi vardı. Kendi kabına pisliyor diye eleştiriliyordu. Avusturya devletine ve Avusturyalılara olan öfkesini eserlerine yansıtmakta Niteliksiz Adam’ın yazarı Robert Musil’i geride bırakmıştı.
“Avusturya’da ya Katolik olacaksın ya da nasyonal-sosyalist. Başkalarına tahammül edilmez. Diğer her şey yok edilir.”
Heldenplatz’daki karakterlerden Profesör Robert şöyle der:
“Her Viyanalının içinde bir soykırımcı vardı. Kişi kendini şımartmamalı.”
Hedwig Schuster ise “Viyana’da yaşamak gayri insanî bir durum.” diye ekler.
Bernhard tüm eserlerinde yaptığı gibi Heldenplatz’da da travmalarını irdelemiş ve bunların içine doğduğu kültürün köklerinde olduğunu görmüştür. Bu farkındalık kültürüyle yani kökeniyle hesaplaşan bir yazar doğurmuştur.
İlk eserlerinde nihilizmin karanlık dehlizlerinden geçip eserleriyle yankı uyandıran geçimsiz bir yazara evrilir. Sonunda kendini mübalağa sanatçısı diye tanıtır. Yazdığı eserlerin temelinde hep kendi travmaları vardır. Abartıyı sevse de gerçeklikle bağı hiç kopmamıştır.
O, Avusturya’nın sürekli inkâr ettiği ama bir türlü kurtulamadığı Nasyonal-Sosyalizm batağını uluslararası düzeyde duyuran bir yazardır. Bu yüzden kendi ülkesinde “kabına pislemekle” suçlanır.
Alman dilinin en etkili ve üretken yazarlarından biridir. Görmezden gelinememiştir.
Thomas Bernhard çok sevdiği dedesinin kırkıncı ölüm yıldönümünden bir gün sonra, 12 Şubat 1988 yılında öldü. Ölüm döşeğindeyken yanında üvey kardeşi Peter Fabjan vardı. Vefatı ancak defnedildikten sonra kamuoyuna bildirildi.
“Dürüst olsak
Tiyatro başlı başına bir saçmalık
Ama dürüst olsak
Artık tiyatro yapamayız
Dürüst olsak ne tiyatro yazabiliriz
Ne de tiyatro sahneleriz
Biraz dürüst olsak
Başka hiçbir şey yapamayız
Kendimizi öldürmekten başka.”
(Theatermacher, s. 36)
Bernhard Viyana Grinzing Mezarlığında metfun, ‘hayatının insanı’ Hedwig Stavianicek’le aynı yere defnedildi. Vasiyeti üzerine cenazesine çok az kişi -söylentilere göre yalnızca üç kişi- katılmıştı.
Bernhard’ın mezar taşı yıllar boyunca defalarca çalındı, tahrip edildi…
Thomas BERNHARD paylaşımını Bünyamin KASAP @bnymnksp arkadaşımız hazırladı.
Çok teşekkür ediyoruz.
Bünyamin KASAP arkadaşımızın bu vadide sayfamıza katkıları sürecek.
• • •
Missing some Tweet in this thread? You can try to
force a refresh
“Sol[cu]lar bana salaud [aşağılık, pislik] diyorlar, sağcılar Necip Fazıl’ın iddia ettiği gibi dostluklarımın tesirinde görüyorlar. (…) Hâlbuki ben sadece eserimi, şahsen yapabileceğim şeyi yapmak istiyorum.”
✏️ Ahmet Hamdi Tanpınar (23 Haziran 1901 – 24 Ocak 1962)
Ahmet Hamdi Tanpınar, ölümünden yaklaşık 2 hafta önce, 11 Ocak 1962 günü, Türkiye’deki entelektüel cemaatler arasındaki konumunu böyle tarif etmişti günlüğüne düştüğü notlarda. Aynı satırlar arasında belki de en çarpıcı olanlar şunlardı:
“Gariptir ki eserimi sathî okuyorlar ve her iki taraf da ona göre hüküm veriyorlar. Sağcılara göre ben angajmanlarım -Huzur ve Beş Şehir- hilâfında sola kayıyorum, solu tutuyorum. >>>
Türkiye’de ve geç sanayileşen pek çok ülkede iktisat düşüncesi yazınında Milli İktisat doktriniyle kendine önemli bir yer açan karamsar bir Almanı, George Friedrich List’i (1789-1846) birlikte tanıyalım. 🔎
“…Oysa İngiltere dünyanın kalanına hükmediyor ve oyunun kurallarını kendi lehine göre değiştirebiliyordu. Yeni bir arayıştan çok daha fazlasına, yeni bir ekonomi yorumuna ihtiyacımız var. Bizler ‘vatan ve insanlık için’ bir şeyler yapmalıyız.”
Friedrich List 6 Ağustos 1789 tarihinde Baden-Württemberg sınırları içinde yer alan, Reutlingen’de siyasi ve ticari hayatta aktif olan bir ailenin ferdi olarak dünyaya geldi. Württemberg o dönemde Alman coğrafyasında yer alan en liberal eyaletlerden biriydi.
Türkiye'de siyaset sosyolojisi çalışmalarının öncü ismi Prof. Dr. Nur Vergin'i (21 Eylül 1941-18 Ocak 2021) kaybettik.🍂
Nur Vergin'in hayatına, akademik kariyerine ve çalışmalarına ilişkin bazı notlar... @iu_siyasetsosyo
Nur Vergin, 21 Eylül 1941'de İstanbul'da dünyaya gelir. Babası, Atatürk'ün yakın arkadaşı olan Nuri Conker'in oğlu Mahmut Conker, annesi ise Müşerref Hanım'dır.
Beş yaşındayken anne ve babası boşanır. Bir süre sonra annesi Türkiye'nin ilk Vatikan Büyükelçisi olan Nureddin Vergin ile evlenir. Vergin, ömrünün sonuna kadar asıl soyadı olan Conker'i değil, gerçek bir baba kabul ettiği Vergin'in soyadını kullanır.
1960’lı yıllarda “Asya Tipi Üretim Tarzı” kavramı üzerine yaptığı çalışmalarla Türk toplum tarihi tartışmalarının ve İÜ İktisat Fakültesi’nde verdiği dersler ve eserleriyle Türkiye’deki iktisat eğitiminin önemli ismi Sencer Divitçioğlu’nu birlikte tanıyalım.
14 Şubat 1927’de İstanbul’da Doktor Necmettin Divitçioğlu ve Emine İclal Divitçioğlu çiftinin çocuğu olarak dünya gelir. İki dedesi de Osmanlı paşasıdır. Necmettin Divitçioğlu’nun babası Divitçi İsmail Hakkı Paşa, Emine İclal’in babası ise Zühtü Paşa’dır.
Divitçi İsmail Hakkı Paşa, Abdülmecit ve Abdülaziz dönemlerinde komutandır. Müşirliğe (mareşalliğe) kadar yükselmiş olan Paşa, vezir rütbesiyle İşkodra ve Üsküp valilikleri yapar. Bir dönem doğum yeri Trabzon’da sürgün olarak bulunan Paşa sonra Erzurum ve Yanya valiliği yapar.
1933 üniversite reformu sonrasında İstanbul Üniversitesi’nde sosyoloji ve sosyal politikaları veren mülteci profesörlerden Gerhard Kessler’in sosyoloji ve sosyal politika dersleri hakkında üniversiteye sunduğu raporları birlikte inceleyelim. 🔎
Z. F. Fındıkoğlu’nun “İş” dergisinin Kessler’e veda niteliğindeki sayısında, bir nottan öğrendiğimize göre, prosedür gereği her yıl sonunda dersler hakkında bir rapor sunulması gerekir.Kessler’in ciddiye alarak hazırladığı raporların çoğunun “hasıraltı” edildiği belirtilmektedir.
Kessler’in 1933-1951 yılları arasında verdiği düşünülen 17 rapordan ikisi “İş” dergisi tarafından yayımlanmıştır. Fakat bu iki rapordan önce, Kessler’in 1934-45 öğretim yılının açılış dersi olarak sunduğu “Türkiye’de Sosyolojinin Vazifeleri” başlıklı konuşmasına bakalım.
🔎Efsaneden millî kimlik inşasına:
Şahnâme ve Firdevsî (ö. 1020’den sonra)
(Minyatür: Sultan Mahmûd ve şair meclisi)
Fars edebiyatı denildiğinde akla gelen üç büyük şair: Hâfız-ı Şirâzî, Ömer Hayyam ve Firdevsî-i Tusî. Bu üç şairin büyüklüğü, sanatlarının kuvvetinden ziyade isimlerinin etrafında şekillenen fikir ve hayattandır.
Firdevsî’yi diğer şairlerden ayıran vasfı ise İran millî kimliğinin en önemli yapı taşlarından biri olan Şahnâme’nin müellifi oluşudur. Bugün bir İran milletinden söz ediliyorsa bunda en büyük pay şüphesiz ki ona aittir.