“Sol[cu]lar bana salaud [aşağılık, pislik] diyorlar, sağcılar Necip Fazıl’ın iddia ettiği gibi dostluklarımın tesirinde görüyorlar. (…) Hâlbuki ben sadece eserimi, şahsen yapabileceğim şeyi yapmak istiyorum.”

✏️ Ahmet Hamdi Tanpınar (23 Haziran 1901 – 24 Ocak 1962)
Ahmet Hamdi Tanpınar, ölümünden yaklaşık 2 hafta önce, 11 Ocak 1962 günü, Türkiye’deki entelektüel cemaatler arasındaki konumunu böyle tarif etmişti günlüğüne düştüğü notlarda. Aynı satırlar arasında belki de en çarpıcı olanlar şunlardı:
“Gariptir ki eserimi sathî okuyorlar ve her iki taraf da ona göre hüküm veriyorlar. Sağcılara göre ben angajmanlarım -Huzur ve Beş Şehir- hilâfında sola kayıyorum, solu tutuyorum. >>>
>>> Solculara göre ise ezandan, Türk musikisinden, kendi tarihimizden bahsettiğim için ırkçıların değilse bile, sağcıların safındayım.”
Ömrünün son demlerinde kendi serüvenini masaya yatırdığı satırlarda, netice olarak, “Hülâsa bir yığın tezadın adamıyım.” diyordu. Nitekim geriye dönüp baktığımızda, dünyalar arasında gidip gelen bir biyografi bizi selamlar. Peki, kimdi Ahmet Hamdi Tanpınar?
Tanpınar, bir süre nâiblik ve kadılık görevlerini sürdürerek 1918’de emekli olan Hüseyin Fikri Efendi’nin ikinci çocuğu olarak 1901 yılında İstanbul Şehzadebaşı semtinde dünyaya gelir. Annesi Trabzonlu bir aileden, bahriye yüzbaşısı Ahmed Bey’in kızı Nesibe Bahriye Hanım’dır.
Tanpınar’ın büyük dedesi, Batum’da müftü olarak görev yapmıştı. Aile, bu sebeple Müftüzâdeler lakabıyla anılmaktaydı. Mahur Beste romanında Osmanlı ulemâsını odağa alan yazarın ilmiye sınıfına âşinâlığı biraz da bu aile kökleri dolayısıyladır.
Hüseyin Fikri Bey’in memuriyeti nedeniyle Ergani Madeni, Sinop, Siirt, Kerkük ve Antalya gibi şehirler Tanpınar’ın çocukluğunda ve ilk gençliğinde önemli duraklar oldu. Tanpınar’ın kurmacalarında bu şehirlerin izlerine otobiyografik öğeler olarak da sıkça rastlarız.
Çocukluğunu geçirdiği şehirler gelişim evresinin belli aşamalarına denk gelir.Ergani’de kendine rastlamış,Sinop’ta denizle dost olmuş, Siirt’te dağları, yıldızları ve yalnızlığı tanımış,Kerkük’ün masalsı atmosferinde okumaya yönelmiş, Antalya’da yeniden denizle baş başa kalmıştı:
“Ergani Madeni’nde üç yaşında iken bir gün kendime rastladım. Çok karlı bir gündü. Ben sıcak ve buğulu bir camdan karla örtülü bir bayıra bakıyordum. Sonra birdenbire kar tekrar yağmağa başladı. Bir çeşit çok lezzetli hayranlık içinde kalmıştım.”
“Ergani’den Sinop’a gittik (1908-1910). Orada denizle dost oldum. Çocukluğumun en büyük zevki, bir berzahta kurulu şehrin iki yanındaki deniz kıyısında oynamaktı. >>>
>>> Tophane tarafında bir yerde Delibaş diye bir ustanın gemi imalathanesi vardı. Ben yedi sekiz yaşlarımda bu geminin gönüllü işçileri içindeydim.”
“Fakat asıl, arka taraftaki büyük kumlukta dalgaların gelişini seyretmekten hoşlanırdım. Buraya Yazı derlerdi galiba ve kumlara gömülü iki kale harabesi vardı ki, Sinop kalesinden ziyade muhayyelemi gıcıklardı.”
“Siirt’te uzak dağlara akşam saatlerinde çöken yalnızlığı ve yıldızlı geceleri tanıdım. Yazları çok sıcak olan bu memlekette damlarda yatardık. >>>
>>> Yıldızlı gece beni büyülerdi sanki. Sonsuzluk dalga dalga vücudumu ve ruhumu doldururdu. Bir Sümer rahibi gibi muhayyelem hep yıldızlarla meşguldü.”
Denizin, yıldızların, dağların ve hepsinin ortak çağrışım kümesinde yer alan sonsuzluğun, ayrıca “kendiyle karşılaşma”nın Tanpınar’ın imgelemindeki anahtar konumlarını göz önüne alırsak, çocukluk yıllarındaki bu farklı durakların her biri ayrı bir kurucu anlamı haizdir.
Bu gezgin hayatın önemli duraklarından Kerkük’te ise onun entelektüel gelişiminin ilk tohumları atılacaktır. Hatıralarında Kerkük’te oturdukları bir evi kastederek şunları kaydeder:
“Bu evde Şemseddin Sami’nin lugatıyla epeyce pençeleştiğimi hatırlarım. Fransızcayı sökmeğe burada hazırlandım, diyebilirim. Kerkük’te okuma devrine girmiştim. Fakat kitap bulamıyordum. Bu kitap yokluğu, bu erginlik çağlarımın hakiki azabıdır.”
“Evin Sahibi” hikâyesi, Kerkük yıllarından kalma hatıralara dayanır. Hikâyedeki yılan motifi, burada yanlarına yerleşen Gülbuy Hanım’ın ilginç yaşam öyküsünden gelir. >>>
>>> Çocukluğunun Kerkük ve Musul’u için şöyle diyecektir: “Bütün sıcak memleketlerde olduğu gibi, yılanın Kerkük’te de bir muhayyele saltanatı vardı.”
Kerkük ve Musul çevresi, bir yandan masalsı izleriyle Tanpınar’ın muhayyilesinde yer edinecek, bir yandan da onun İstanbul dışındaki Osmanlı coğrafyası hakkında birtakım gözlemlerde bulunmasını, kanaatler edinmesini sağlayacaktır. >>>
>>> Kerkük’te damda yattığı geceler, Siirt’teki gibi, ona yıldızlı göğü temâşâ etme imkânı vermişti.
Henüz çocukluktan erginliğe yol alan Tanpınar’ın sonraki adresi Antalya da onun muhayyilesinde derin etkiler bırakacaktır. Huzur romanındaki Antalya kesitleri bu yılların birikimi ile yoğrulmuştur.
Antalya günlerini kendisinden dinleyelim:
“Antalya’ya 1916 sonbaharında geldim. Epeyce büyümüştüm. Tek başıma geceleri deniz kıyısında ve kayalıklarda (Hastahanebaşı’nda) gezmek hakkım vardı. >>>
>>> Karanlık epeyce inip de kayaların gölgesi beni korkutana kadar orada kalırdım. Denizin iki manzarası beni çıldırtırdı.”
“Biri bu kayalıkların sahile bakan bir yerinde sabah ve akşam saatlerinde durgun denizin ışıkla ve dipteki taş ve yosunlarla aldığı manzaradır. (…) >>>
>>> Bir de öğle saatlerinde güneş vuran suyun elmas bir havuz gibi genişlemesi. Bunlar benim muhayyilem için büyük manaları olan şeylerdi.”
“Bu ancak büyülenme kelimesiyle anlatılabilecek bir haldir. Fakat galiba bu da yetmez; hakikat şu ki, üzerimde bir türlü çözemediğim bir sır, gelecek zamana ait bir ders tesiri yapıyorlardı.”
İşte böyle bir atmosferde, Birinci Dünya Savaşı yıllarında yeryüzü büyük bir yıkıma şahit olurken, ilk gençliğine adım atan Ahmet Hamdi de yavaş yavaş kendini inşa etmektedir.
1918’de Antalya İdadisi’nden mezun olan genç Ahmet Hamdi’yi babası yüksek öğrenim için İstanbul’a gönderir. Ancak İstanbul işgalin eşiğinde ve savaş şartlarından perişan vaziyettedir. Kendisinin ifadesiyle;
“İstanbul hakikaten korkunçtu. Dört senelik harp, şehri içinden ve dışından beraberce kemirmişti.”
Bu şartlar içerisinde öncelikle Halkalı Ziraat ve Baytar Mekteb-i Âlî’sine kayıt yaptırır.
Halkalı’da bir yıl yatılı okuduktan sonra 1919 sonbaharında Darülfünun Edebiyat Şubesi’ne, yani bugünkü İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne kayıt yaptırır. Darülfünun’la beraber Yüksek Muallim Mektebi’ne de yatılı olarak devam eder.
Anadolu ve Kerkük yıllarından sonra biyografisindeki en önemli dönüm noktası Dârülfünun günleri olacaktır.Önce felsefe veya tarih okumak isteyen ve ikisi arasında kararsız kalan Ahmet Hamdi,daha sonra Yahya Kemal’in Edebiyat Şubesi’nde ders verdiğini öğrenince buraya kayıt yapar.
Yahya Kemal’den başka Fuat Köprülü, Cenab Şahabettin, Ali Ekrem Bolayır, Necip Asım Yazıksız ve Ferit Kam gibi pek çok önemli isim o günlerde Darülfünun Edebiyat Şubesi’nde ders vermektedir.
Sonraları Bergson ve Freud’u kendisi vasıtasıyla daha yakından tanıyacağı M. Şekip Tunç da Dârülfünun’da hocadır.
Öğrencilik günlerinde İstanbul’u keşfetmeye başlamıştı. Beş Şehir’de ayrıntılı olarak anlattığı Sultanahmet civarındaki kahvehaneler onun bazı isimlerle tanışması açısından önemli mahfillerdi. >>>
>>> Zeki Faik, Elif Naci, Hilmi Ziya gibi tarihsel aktörlerle buralarda tanışır. İkbal Kıraathanesi önemli bir buluşma noktasıydı.
1921 yılı bir başka dönüm noktası olacaktır. Yahya Kemal ve çevresindeki isimler Dergâh mecmuasını yayınlamaya başlar.Dergâh, Mütareke’nin boğucu atmosferi ve zorlu şartlarında dönemin edebiyat ve düşünce hayatında bir hareketlenmeye sebep olacak ve kalıcı etkiler uyandıracaktır.
Dergâh tecrübesi Tanpınar’ın edebiyat ve düşünce dünyasının şekillenmesinde önemli duraklardan olur. Bu mahfilde, sonraları felsefesinden besleneceği Fransız filozof Henri Bergson’u yakından tanımaya başlamıştır. Sadece Bergson’u da değil, Batı düşüncesini yakından tanıyacaktır.
O günleri kendisinden dinleyelim:
“Ben Yüksek Muallim’e girdiğim zaman daha eski arkadaşlarımızı Durkheim ve Ziya Gökalp adına yemin eder hâlde bulmuştum. Sonra Rıza Tevfik’in ve bilhassa Dergâh’ta Şekip’in çalışmaları ile Durkheim, Bergson’un karşısında geriledi.”
“Her cins sanatkâr gibi mücerret fikirden pek hoşlanmayan, realite üzerinde kendi sezişiyle düşünmeyi tercih eden Yahya Kemal bir gün Şekip Bey’e ‘Şekip, biz hepimiz artık Bergson’cuyuz’ demişti.Bu, biraz da yarı şaka olarak söylenmiş bir sözdü.Fakat bir hakikati ifade ediyordu.”
“Bergson bize sadece felsefesini nakleden hocalarla gelmiyordu. Her büyük feylesofun etrafında yetişen muharrirlerin yaptıkları tesirle de edebiyatımıza girmişti. Bununla beraber Durkheim ve Bergson yalnız başına değildiler.”
“T. Ribot’nun, Spencer’ın, William James ve Stuart Mill’in, Kant ve Schopenhauer’un isimleri âdeta yaşadığımız havada birbirleriyle çatışıyordu.”
Tanpınar’ın ifadelerinden de anlaşılacağı üzere pozitivist düşüncenin karşısında konumlanan Dergâh çevresi, alternatif bir referans olarak Bergson’a yönelmişti. Hilmi Ziya Ülken’e göre Bergson’un düşünceleri ayrıca Milli Mücadele yılları için de bir motivasyon kaynağıydı.
Ülken; istiklâl mücadelesinin maddi engeller ve imkânsızlıklar karşısında manevi güce ve ruhsal bir atılıma bağlı olduğunu, işte bu noktada Bergson’un élan vital (yaşamsal atılım) kavramının Anadolu’nun yapacağı atılım için bir felsefi referans olarak kavrandığını ifade eder.
Bergson, 1920’ler Türkiyesi’nde daha çok Ülken’in işaret ettiği bağlamda alımlanırken Tanpınar ileriki yıllarda Fransız filozofla kurduğu ilişkiyi estetik düzleme taşıyacak, poetikasını inşa ederken onun zaman düşüncesinden önemli ölçüde istifade edecektir.
1923’te Şeyhî’nin Hüsrev ü Şirin’i üzerine yazdığı bitirme tezi ile Darülfünun’dan mezun olur. Bu tarihten itibaren Tanpınar’a tekrar Anadolu yolları görünecektir.
En önemli eserlerinden birinin tohumları da böylece atılmış olacaktır. Beş Şehir, önemli ölçüde öğretmenlik yıllarının gözlem ve hatıralarına dayanır.
Mezuniyetinin hemen ardından Erzurum Lisesi’ne öğretmen olarak atandı. Ocak 1925’te Konya Lisesi’ne tayin edildi. Ekim 1927’de ise Ankara Erkek Lisesi’nde öğretmen olarak görevlendirildi. >>>
>>> Orhan Veli, Melih Cevdet, Oktay Rifat, Samet Ağaoğlu, Ahmet Muhip Dıranas ve Cahit Tanyol gibi isimler Ankara’da onun öğrencisi oldu.
Gazi Terbiye Enstitüsü ve Ankara Kız Lisesi’nde de görev yaptıktan sonra 1932 yılında tekrar İstanbul’a döndü.
Kadıköy Lisesi ile Üsküdar Amerikan Kız Koleji’nde dersler verdikten sonra 1933’te Ahmet Haşim’in ölümünün ardından onun yerine Güzel Sanat Akademisi’ne atanır ve artık üniversite hocalığı başladı.
1939’da İstanbul Üniversitesi’ndedir. Tanzimat’ın 100. Yıldönümü dolayısıyla Edebiyat Fakültesi’nde kurulan Yeni Türk Edebiyatı Kürsüsüne profesör olarak atanır.
Burada 19. Asır Türk edebiyatı üzerine ders vermesi ve bu konuda bir kitap hazırlaması istenmiştir. Meşhur edebiyat tarihi böylece ortaya çıkar.
1943 Şubat ara seçimlerinde Maraş milletvekili seçilir ve yaklaşık 3,5 yıl Meclis’te görev yapar.
Ayrıldığı İstanbul Üniversitesi’ne ancak 1950’ye doğru geri dönebilecektir. Vefatına kadar İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde görev yapar. 1953 yılında bir ömür hayalini kurduğu Avrupa seyahatine çıkar.
1962’de ebedi âleme göç ettiğinde ondan geriye sonraları çokça konuşulup tartışılacak bir külliyat ile tamamlanmamış pek çok çalışma kaldı. Eserleri ile entelektüel ve siyasal macerasına ana hatlarıyla göz atalım.
Son zamanlarında tuttuğu günlüklerine baktığımızda pek çok çalışmaya girişmiş olduğu ve hayata geçirmeye niyetlendiği bazı projelerinin varlığı gözümüze çarpar. Bunlardan kimilerine ait parçalar terekesinde kalmış, kimileri de yayımlanmaya devam etmektedir.
Kitap hacmindeki ilk çalışmaları Tevfik Fikret ve Namık Kemal hakkındadır. Edebiyat incelemesi ve antoloji hüviyetindeki bu eserlerden sonra 1949’da 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi’ni yayımlar. 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi bugün de en çok yararlanılan kaynaklar arasındadır.
Edebi üretim serüveni ise çok geniş bir zaman dilimine yayılır. Kendini bir şair olarak kurmak istemesine rağmen daha çok romanlarıyla edebiyat dünyasında iz bırakmıştır. Bunun yanında bir deneme yazarı olarak Türk edebiyatında sivrilen portreler arasındadır.
Tanpınar, roman serüvenine Mahur Beste ile başlar.
Bu eserini, 19. yüzyıla çıktığı bir yolculuk olarak niteler. Romanın başkişisi her ne kadar Behçet Bey olsa da daha çok ilmiye sınıfından üç baskın karakter; İsmail Molla, Atâ Molla ve Sabri Hoca ön plandadır.
Mahur Beste’deki bu üç karakter, İmparatorluğun en uzun yüzyılında ilmiye sınıfında ortaya çıkan üç farklı eğilimin ve modernleşme karşısında sergilenen üç farklı tutumun temsilcisi niteliğindedir.
Romanda İsmail Molla, Atâ Molla ve Sabri Hoca aracılığıyla ulemânın farklı modernleşme yorumlarını okuruz.
Mahur Beste’nin Behçet Bey’i ise babası İsmail Molla’nın aksine kişilik olarak tutuk, silik bir karakterdir. İsmail Molla’nın bir İmparatorluk figürü olarak o kendinden emin ve pek duruşunun tam tersine ürkektir ve hayata karşı çekinik bir tavır sergiler.
Peki Behçet Bey’de Tanpınar’ın dikkatini çeken neydi? Romanda başkişi o olmasına rağmen neden karısı Atiye Hanım dâhil diğer aktörler daha çok sahnedeydi? “Mahur Beste Hakkında Behçet Beye Mektup”ta Tanpınar, karakterine şöyle sesleniyor:
“Sizin de … bir zamanınız var. Fakat ona hükmetme şekliniz ayrı. Sizin için hâl, hatırlama ânınızdan ibaret. Gerisi için tam bir kayıtsızlık içindesiniz. >>>
>>> O zaman kapısı kapanmış ev hayali kendiliğinden ortadan çekildi. Gerçekte ev baştan aşağı yanmış, siz dışarıda kalmıştınız. Sizde bulduğum zihnî çeşni de buradan geliyordu”
Behçet Bey’in hikâyesi biraz da burada düğümlenir. Yerini bulamamış bir figür olarak Behçet Bey’in hikâyesi aynı zamanda “evin yandığı” günlere de tesadüf etmişti. Belki de asıl talihsizliği buydu.
1944’te tefrikası başlayan ancak nihayete eremeyen Mahur Beste, yazarın ölümünden sonra 1975 yılında kitap halinde yayınlanacaktır.
Dolayısıyla Mahur Beste Tanpınar’ın ilk romanı olsa da bitmemiş bir anlatıdır. Ancak esere ismini veren “Mahur Beste” diğer romanlarında bir motif olarak karşımıza çıkmaya devam edecektir.
Romana adını veren, Eyyubi Bekir Ağa’nın Mahur Beste’si için:
1948’de tefrika edilen ve sonra kitap olarak yayınlanan Huzur, II. Dünya Savaşı’nın eşiğindeki kolektif buhranların ve bireysel iç sıkıntılarının romanıdır.Otobiyografik özelliğiyle öne çıkan anlatıdaki Mümtaz karakteri çoğu araştırmacı tarafından Tanpınar’la özdeş kabul edilir.
Biraz da bu yorumların neticesi olarak, Mümtaz’ın zıt kutbunda görünen Suat karakteri Huzur hakkındaki değerlendirmelerde genelde geri planda kalmıştı.
Ancak Mümtaz ne kadar Tanpınar’ın çatışık dünyasından bir izdüşüme sahipse, yakından bakıldığında, Suat da bir miktar aynı dünyadan izdüşümlere sahiptir.
Huzur romanı, hem Bergsonien-vitalist hem de egzistansiyalist öğelerle örülmüştür. Bir yandan hayata inanan İhsan, diğer yanda egzistansiyal iç sıkıntılarıyla baş etmeye çalışan ve varoluşunun taslağını tamamlamaya çalışan Mümtaz, diğer yanda nihilizmin kıyılarında dolaşan Suat…
İhsan, Mümtaz ve Suat’ın karşılaşmaları ve karşı karşıya gelişleri, bir anlamda modernleşme sürecinin yarattığı iç bölünmenin dışlaştırılmış, dışa vurulmuş temsili gibidir.İşte bu çatışma alanındaki huzursuzluktan kaynaklı huzur arayışının romanı olarak tezahür eder bu anlatı da.
Huzur ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün yanında biraz gündem dışı kaldığını söyleyebileceğimiz ancak hem roman tekniği hem de tarihsel göndermeleri açısından oldukça dikkat çekici özellikleri bulunan Sahnenin Dışındakiler 1950’de tefrika edilmeye başlar.
Sahnenin Dışındakiler, Mütareke ve Milli Mücadele yıllarının İstanbul’unu mercek altına alır. Bir yaşamsal atılım hamlesi olarak İstiklal Mücadelesi’nin “sahne”si Anadolu’dur. İstanbul, sahnenin dışında kalanların “oyun” alanıdır.
Beyazıt ve Sultanahmet civarındaki kahvehaneler etrafında dönemin İstanbul’u ve İstanbul’un entelektüel/siyasi figürleri tüm çıplaklığıyla karşımızdadır.Tanpınar buraları yüksek tahsil yıllarında yakından gözlemleyebilmiştir .Dolayısıyla, otobiyografik bir roman diyebiliriz.
Sahnenin Dışındakiler, Sartre ve Camus’den gelen varoluşçu öğelerle örülü bir atmosfere sahiptir. Bir yanda gündelik hayattaki varoluşsal iç sıkıntılarıyla cebelleşirken diğer yanda İstiklal Mücadelesi’nin ağır vicdani yükünü omuzlarında hissedenlerin trajedisi olarak kurgulanır.
Sahnenin Dışındakiler’in eleştirel tonu işte bu açmazlar etrafında biçimlenir. Nitekim genel olarak bakıldığında Sahnenin Dışındakiler daha çok o yılların birtakım aktörleri ve tarihsel olguları ile bir miktar hesaplaşma üzerine kuruludur.
Gelelim Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ne. Bu eser, üzerine söz söylerken en çok temkinli olunması gereken romanıdır Tanpınar’ın. 1954’te tefrika edilip 1961’de kitap olarak yayınlanır.
Romanın bölüm başlıklarını bir arada değerlendirmek bize genel bir kanaat sağlayacaktır: “Büyük Ümitler” bölümüyle başlar. Sonrasında, “büyük ümitler”e karşın “Küçük Hakikatler” ile yüzleşmelerin yarattığı travmatik tecrübelerle sarsılırız.
“Sabaha Doğru” bölümünde sahnenin atmosferi daha da kararmaktadır. “Kolektif yalanlar”la mayalanmış birtakım “cemiyet”lerin düşünsel çaresizlikleri, donuklukları alegorik bir kurguyla temsil edilir.
Realite karşısında çaresiz kalan entelektüel cemaatler yalanlara sığınmıştır. Yalanlarla ayakta durmaktadır.
Ve son bölümün de bize söylediği gibi, “Her Mevsimin Bir Sonu Vardır”.
Romandaki kaotik son, “büyük ümitler”e karşın “küçük hakikatler”i kavramakta çaresiz kalanların realite karşısındaki çözülüşlerinin ve dağılışlarının temsilidir.
Aydaki Kadın, tam anlamıyla yarım kalmış bir romandır. Roman ne yazık ki bir bütünlüğe kavuşturulamadan Tanpınar aramızdan ayrılmıştır. Güler Güven tarafından Tanpınar’ın terekesindeki müsveddelerin bir araya getirilmesi yoluyla 1987 yılında okurlarla buluştu.
Proust etkisinin en çok hissedildiği bu romanda karakterler hafızalarının “zalim” sürprizleri karşısında ezilmekte, hatırlamanın azabı altında geçmişleriyle yüzleşmektedirler. Bu yüzleşme, “iflas”ın eşiğinde yaşanan bir yüzleşmedir.
Romanın başkişisi Selim, “İflas” isimli bir roman yazmaktadır. Selim’in yazdığı “İflas” adlı roman, Aydaki Kadın’da Tanpınar’ın yüzleşeceği yahut hesaplaşacağı “iflas”ın simgesidir. Bu bağlamda roman, Tanpınar’ın kendisi, çevresi ve de dönemiyle yine bir hesaplaşma girişimiydi.
Tanpınar Aydaki Kadın için, “İstikbalimin ümidi olan, tek ümidi olan romanı bir türlü yazamıyorum. Yazışla tasavvur arasına giren fasıla vahdeti bozuyor. Çok ilaveler var. Ne yapacağımı bilmiyorum.” demişti.
Tanpınar romandan çok şiir üzerine kafa yormuş olmasına rağmen bu alanda hacimli bir külliyat ortaya koyduğunu söyleyemeyiz. Ancak şiirlerinin konsantre ve girift yapısı onun külliyatını ayrıcalıklı kılan özelliklerinden biridir.
Romanda Proust Tanpınar için ne idiyse şiirde de Valéry oydu. Rüya estetiği olarak kavramsallaştırmaya çalıştığı poetikasının en önemli kaynağı Valéry idi. Bunun yanında Freud ve Jung’dan Bergson’a pek çok isimle ilişki içerisindedir poetik olarak da.
Diğer yandan Fuzuli’den Şeyh Galib’e uzanan geniş bir yelpazede divan şiiri ile de etkileşim içerisindedir. Hem modern şiirden hem de klasik şiirden beslenir.
Burada şunu hatırlamak gerekebilir: 1930 Edebiyat Muallimleri Kongresinde, genç öğretmen Ahmet Hamdi, divan edebiyatının lise müfredatından çıkarılmasını teklif edip savunanlar arasında yer almıştı. Ancak sonraları bu aşırı uçtan ayrılarak daha mutedil bir çizgiye konumlanır.
Tanpınar hayattayken kitaplaşan ilk edebi eserleri öyküleridir. Abdullah Efendi’nin Rüyaları 1943’te basılır. İkinci öykü kitabı Yaz Yağmuru 1955’te yayınlanır.1983’te bu iki kitabındaki öyküleriyle bunlara girmeyen iki öyküsü derlenerek Hikâyeler başlığı altında topluca basılır.
Birinci kitabına adını veren “Abdullah Efendi’nin Rüyaları” ile “Teslim”, “Acıbadem’deki Köşk”, “Evin Sahibi” öykü külliyatı içerisinde öne çıkan bazı eserlerdir. “Erzurumlu Tahsin” öyküsü, Erzurum Lisesi’nde görev yaptığı 1924’de yaşanan büyük depremin şahitliği ile yazılmıştı.
Tanpınar’ın en az konuşulan ve akademik/eleştirel olarak çalışılan yönü deneme yazarlığıdır denebilir.Denemeleri daha çok romanları ve şiirleriyle estetik ve poetik görüşlerini yorumlama açısından incelenmiştir.Ancak denemeleri müstakil olarak türsel bağlamda pek incelenmemiştir.
Denemeleri Yaşadığım Gibi, Mücevherlerin Sırrı, Hep Aynı Boşluk gibi başlıklar altında ölümünden sonra röportajları ve güncel/siyasi konulardaki bazı yazılarıyla birlikte derlenerek kitaplaştırılmıştır.
Denemeleri ve diğer yazılarının kitaplaştırılması sürecinde ona ait kimi önemli yazıların uzun süre okurların dikkatinden uzak kalması söz konusudur.Örneğin 27 Mayıs darbesi hakkında iştiyakla kaleme aldığı övgü dolu yazıları seçici bir hassasiyetle Yaşadığım Gibi’ye alınmamıştı.
Silah zoruyla hükûmetten uzaklaştırılan Adnan Menderes ve Demokrat Partili kimi isimler hakkındaki yazılarında aşırı bir hınçla duygularını dile getirmiş, kan akıtılmasına çağrı yapar nitelikte satırlara imza atmıştı.
Mücevherlerin Sırrı başlıklı derlemeyle bu yazılar 2000’lerin okurlarına ulaşınca Tanpınar hakkındaki tartışmalar birden alevlendi. 2007’de günlükleri yayınlanınca Tanpınar yine gündeme oturdu. 1962’de ölmesine karşın portresi ancak 2000’li yıllarda bütünlüğe kavuşabiliyordu.
Aynı zamanda edebiyat tarihçisi ve eleştirmen olarak kalem oynatan Tanpınar’ın inceleme yazıları Edebiyat Üzerine Makaleler başlığı altında bir araya getirildi. Öğrencilerinin tutmuş olduğu ders notları da ayrıca yayınlandı.
Ömrünün son yıllarında Yahya Kemal monografisi üzerinden çalışmaktaydı. Bu incelemede eklektik bir yöntemle Yahya Kemal’i modern Türk şiiri içerisinde konumlandırmaya çalışır. Epey gelişme kaydettiği çalışmasını tamamlayamadan vefat eder.
Senaryo/piyes denemeleri de olan Tanpınar, mütercim kimliğiyle de karşımıza çıkar. Euripides’ten Alkestis, Medeia ve Elektra’yı Türkçeye aktardı.Yayınlanmış başka çevirileri de olan Tanpınar’ın hiç yayınlanmamış çevirileri de vardır. Bunlardan biri Valéry’nin Monsieur Teste’idir.
Cumhuriyet Türkiyesi’nin en verimli kalemlerinden biri olan Tanpınar, hem edebiyatçı hem de edebiyat tarihçisi olarak eserler ortaya koyması itibariyle de ilginç bir figürdür. Bu iki farklı kimliği arasındaki sınırların yer yer bulanıklaştığı anlar da mevcuttur.
Geriye dönüp baktığımızda bu geniş külliyatın ardında da kimi zaman dramatikleşen kimi zaman da trajikleşen bir biyografi ile baş başa kalırız.
Özel hayatındaki gel-gitler ve başta kumar borcu olmak üzere yaşadığı kimi sıkıntılar onun peşini bırakmamıştı. Lakabı kimi çevrelerde kırtıpildi. Hakkında onlarca yazı kaleme aldığı Avrupa’yı ömrünün son demlerinde görebilmişti. Hayatı çelişkiler arasında sürüp gitmişti.
1930’da divan edebiyatının müfredattan çıkarılmasını hararetle savunurken sonraları bir taraftan Şeyh Galib’in her satırına sızdığı Huzur’u yazacak, diğer yandan divan edebiyatı hakkında kaleme alınmış en derinlikli incelemelerden bazılarına imza atacaktı.
Çok partili hayata geçiş sonrası kendini keskin bir biçimde CHP çizgisinde konumlandırır. Hem yazılarında hem günlüklerinde İ. İnönü’ye hayranlığını açıkça dile getirir. CHP çizgisine esaslı eleştirileri de mevcut olmakla beraber bunları hiçbir zaman kamusal alana taşımamıştır.
Günlüklerinden dışarı taşmayan bu eleştirilerde CHP’nin kültür ve din politikalarına ciddi karşı çıkışlarını görürüz. Daha genel planda -27 Mayıs vakası hariç- sol ve sağ kesimlere yönelttiği asıl eleştirileri de günlüklerinde kalmıştı.
Kendisiyle de çatıştığına bilhassa dikkat çekmek lazım. Bu noktada yine günlüklerine kulak verelim: “Kiralık kafa… İşte benim hayatım. Esaslı şekilde benim olan hiçbir şeyle meşgul değilim. (…) Kendi mahrekimde yürüdüm. Az iş yapmadım. Ama yaptıklarım beni tatmin etmiyor.”
Edebiyat ve eleştiri çalışmaları hakkındaki bu tatminsizlik özel hayatındaki ilişkilerinde de karşımıza çıkar: “Genç kızlar daima beni alâkadar ettiler. Müthiş şekilde cazibelerine kapıldığım oldu. Fakat daima, kadını sevdim. Evlenmediğimin sebebi belki de biraz budur.”
Yine günlüklerine baktığımızda kendileriyle yakın ilişki içerisinde olduğu kimi isimler hakkında pek sevecen ifadeler kullanmadığını, aksine onları küçümsediğini görürüz. Buna mukabil daha dostane ilişkiler kurmaya çalıştığı sol çevrelerdeki arkadaşlarınca sıkça küçümsenmişti.
Bu durum eserlerine karşı sergilenen tavırlarda da geçerli oldu.Hem hayatında hem ölümünden sonra uzun süre eserleri, belirttiği hususlar sebebiyle küçümsendi ve benimsenmedi kimi çevrelerde.Ancak 2000’li yıllara geldiğimizde Türkiye’de farklı kesimler Tanpınar’a kucak açacaktır.
Hayatının tezatlarla şekillendiğini ifade eden Tanpınar’ın eserlerine karşı geliştirilen tutumlar da hep tezatlarla doluydu.Bugün gerek Türkiye’de gerek dünyada en çok okunan Türk yazarlardan biri hâline gelen Tanpınar hakkında değinilecek hususlar elbette bunlarla sınırlı değil.
Bu kısa portre denemesini, ölümünden kısa süre önce günlüğüne kaydettiği şu notlarla bitirebiliriz:
“Halbuki ben eserimi, şahsen yapabileceğim şeyi yapmak istiyorum. Ben mâruz müşahidim. Sempatilerim var. Şüphesiz İsmet Paşa’yı seviyorum, hem çok seviyorum ve beğeniyorum. >>>
>>> Bunun dışında inkılâpların taraftarıyım ve dil meselesindeki ifratlar hariç, geriye dönmek, bir adım bile istemem.
“Feda edemeyeceğim birtakım şeyler var: Sağlara karşı hiç olmazsa inkılâpların bugünkü statüsü. Sollara karşı Türk milletinin istiklâli ve tarihî hakkı. >>>
>>> İmkân bulsam, yaşım müsait olsa müdafaa edeceğim tek fikir: Kalkınma ve plan. İnkılâpçılardan ayrılıklarım: Allah’a inanıyorum. Fakat tam Müslüman mıyım, bilmem.”
“Fakat anamın, babamın dininde ölmek isterim ve milletimin Müslüman olduğunu unutmuyorum ve Müslüman kalmasını istiyorum.”
Ahmet Hamdi TANPINAR paylaşımını Çağrı KIZILDELİ arkadaşımız hazırladı.

KIZILDELİ arkadaşımızın sayfamıza katkıları sürecek.

• • •

Missing some Tweet in this thread? You can try to force a refresh
 

Keep Current with İstanbul Sosyoloji

İstanbul Sosyoloji Profile picture

Stay in touch and get notified when new unrolls are available from this author!

Read all threads

This Thread may be Removed Anytime!

PDF

Twitter may remove this content at anytime! Save it as PDF for later use!

Try unrolling a thread yourself!

how to unroll video
  1. Follow @ThreadReaderApp to mention us!

  2. From a Twitter thread mention us with a keyword "unroll"
@threadreaderapp unroll

Practice here first or read more on our help page!

More from @iuefsosyoloji

22 Jan
Thomas Bernhard / 9 Şubat 1931 – 12 Şubat 1989
🔎📚
1949 yılı, Salzburg. Thomas’ın ciddi solunum yolları rahatsızlıkları var. Bir türlü iyileşemiyor. Ocak ayında acilen bir hastaneye kaldırılıyor. “Ölecek” deniyor; çocuk ve ergenlerin bulunduğu bir yatakhaneye yerleştiriliyor.
Ölümü bekleyen, sürekli kan kusup öksürüklere boğulan yetişkinlerle, çocukların koğuşu arasında yalnızca demir parmaklıklar var. Yakalandıkları ölümcül hastalıktan kurtulma ümidi besleyen çocukları ve hiçbir ümidi kalmamış hastaları demir parmaklıklar ardından seyrediyor.
Read 68 tweets
21 Jan
Türkiye’de ve geç sanayileşen pek çok ülkede iktisat düşüncesi yazınında Milli İktisat doktriniyle kendine önemli bir yer açan karamsar bir Almanı, George Friedrich List’i (1789-1846) birlikte tanıyalım. 🔎
“…Oysa İngiltere dünyanın kalanına hükmediyor ve oyunun kurallarını kendi lehine göre değiştirebiliyordu. Yeni bir arayıştan çok daha fazlasına, yeni bir ekonomi yorumuna ihtiyacımız var. Bizler ‘vatan ve insanlık için’ bir şeyler yapmalıyız.”
Friedrich List 6 Ağustos 1789 tarihinde Baden-Württemberg sınırları içinde yer alan, Reutlingen’de siyasi ve ticari hayatta aktif olan bir ailenin ferdi olarak dünyaya geldi. Württemberg o dönemde Alman coğrafyasında yer alan en liberal eyaletlerden biriydi.
Read 63 tweets
19 Jan
Cumhuriyet döneminin ve İstanbul Üniversitesi’nin ilk rektörü, eğitim reformcusu ve düşünce adamı İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’nu (28 Şubat 1886 – 1 Nisan 1978) daha yakından tanıyalım… ✏️ Image
1886’da Cihangir’de doğan Baltacıoğlu’nun babası Mucurlu Baltacıoğlu İbrâhim Edhem, annesi Düzceli Hamdûne Hanım’dır. Büyük babası Abdurrahman Efendinin Cihangir’deki evinde mutlu bir çocukluk dönemi geçirir. 1899’da sona erecek ilkokul eğitimine henüz 4,5 yaşındayken başlar. ImageImageImage
Sonrasında Fevziye Rüşdiyesini ve Vefa İdadisini bitirir (1903). Henüz bu yaşlarda J. J. Rousseau’nun “Emile”i onun üzerinde ciddi etki bırakır. 1908’de Darülfünun’un Tabiiye bölümünden mezun olur. Daha öğrenci iken Divan-ı Hümayun Defteri Kaleminde çırak olarak çalışır. ImageImage
Read 40 tweets
19 Jan
Türkiye'de siyaset sosyolojisi çalışmalarının öncü ismi Prof. Dr. Nur Vergin'i (21 Eylül 1941-18 Ocak 2021) kaybettik.🍂

Nur Vergin'in hayatına, akademik kariyerine ve çalışmalarına ilişkin bazı notlar...
@iu_siyasetsosyo
Nur Vergin, 21 Eylül 1941'de İstanbul'da dünyaya gelir. Babası, Atatürk'ün yakın arkadaşı olan Nuri Conker'in oğlu Mahmut Conker, annesi ise Müşerref Hanım'dır.
Beş yaşındayken anne ve babası boşanır. Bir süre sonra annesi Türkiye'nin ilk Vatikan Büyükelçisi olan Nureddin Vergin ile evlenir. Vergin, ömrünün sonuna kadar asıl soyadı olan Conker'i değil, gerçek bir baba kabul ettiği Vergin'in soyadını kullanır.
Read 20 tweets
16 Jan
1960’lı yıllarda “Asya Tipi Üretim Tarzı” kavramı üzerine yaptığı çalışmalarla Türk toplum tarihi tartışmalarının ve İÜ İktisat Fakültesi’nde verdiği dersler ve eserleriyle Türkiye’deki iktisat eğitiminin önemli ismi Sencer Divitçioğlu’nu birlikte tanıyalım.
14 Şubat 1927’de İstanbul’da Doktor Necmettin Divitçioğlu ve Emine İclal Divitçioğlu çiftinin çocuğu olarak dünya gelir. İki dedesi de Osmanlı paşasıdır. Necmettin Divitçioğlu’nun babası Divitçi İsmail Hakkı Paşa, Emine İclal’in babası ise Zühtü Paşa’dır.
Divitçi İsmail Hakkı Paşa, Abdülmecit ve Abdülaziz dönemlerinde komutandır. Müşirliğe (mareşalliğe) kadar yükselmiş olan Paşa, vezir rütbesiyle İşkodra ve Üsküp valilikleri yapar. Bir dönem doğum yeri Trabzon’da sürgün olarak bulunan Paşa sonra Erzurum ve Yanya valiliği yapar.
Read 59 tweets
11 Jan
1933 üniversite reformu sonrasında İstanbul Üniversitesi’nde sosyoloji ve sosyal politikaları veren mülteci profesörlerden Gerhard Kessler’in sosyoloji ve sosyal politika dersleri hakkında üniversiteye sunduğu raporları birlikte inceleyelim. 🔎
Z. F. Fındıkoğlu’nun “İş” dergisinin Kessler’e veda niteliğindeki sayısında, bir nottan öğrendiğimize göre, prosedür gereği her yıl sonunda dersler hakkında bir rapor sunulması gerekir.Kessler’in ciddiye alarak hazırladığı raporların çoğunun “hasıraltı” edildiği belirtilmektedir.
Kessler’in 1933-1951 yılları arasında verdiği düşünülen 17 rapordan ikisi “İş” dergisi tarafından yayımlanmıştır. Fakat bu iki rapordan önce, Kessler’in 1934-45 öğretim yılının açılış dersi olarak sunduğu “Türkiye’de Sosyolojinin Vazifeleri” başlıklı konuşmasına bakalım.
Read 25 tweets

Did Thread Reader help you today?

Support us! We are indie developers!


This site is made by just two indie developers on a laptop doing marketing, support and development! Read more about the story.

Become a Premium Member ($3/month or $30/year) and get exclusive features!

Become Premium

Too expensive? Make a small donation by buying us coffee ($5) or help with server cost ($10)

Donate via Paypal Become our Patreon

Thank you for your support!

Follow Us on Twitter!